28 Şubat 2019 Perşembe

DEVRİMİN 40. YILINDA İRAN’I KONUŞMAK


10 Şubat 2019 Pazar günü, Özgür Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen, iki oturum halinde yapılan ve konuşmacı olarak Ümit Aktaş, İslam Özkan, Doğan Özlük, Yıldız Ramazanoğlu ve Kadrican Mendi’nin katıldığı “İran İslam Devrimi: 40 Yılın Muhasebesi” paneline katıldım. Konu çeşitli yönlerden irdelendi ve benim açımdan oldukça faydalı oldu. Hazır yeri gelmişken bu konuda ben de fikirlerimi paylaşayım dedim. Bu yazı vesilesiyle sadece fikirlerimi değil, bu yazının sonunda kaynaklar kısmında belirttiğim, kütüphanemde bulunan ve bugüne kadar konu ile ilgili okuduğum kitapları da panele katılanlara hediye ederek paylaştım.
 Yazar Cihan Aktaş’ın, uzun yıllar yaşadığı, çeşitli yönlerini, özelliklerini önyargılardan, peşin hükümlerden uzak ve içtenlikle ele aldığı, doğuda sınır komşumuz İran ile ilgili kitabına seçtiği isim “Yakın Yabancı”. On yıl kadar önce okuduğum ve oldukça istifade ettiğim bu kitabında Aktaş, “kendi deneyim ve tanıklıklarının yanı sıra İran’ın başlıca yazar ve düşünürlerinin görüşlerine de yer vererek, ülkenin tarihsel ve kültürel kimliğini; bu farklılığın köklerini, gelişimini, etkileşimlerini, devrimin gerçekleştiği 1979’dan günümüze geçirdiği büyük serüveni” anlamaya ve anlatmaya çalışmış idi (1). Coğrafi olarak yakın olmasına rağmen, tarihi, siyasi, mezhebi ve kültürel nedenlerle bize bir o kadar da uzak olan İran, yüksek öğrenim yılları ile başlayan İslam’la ciddi anlamda tanışıklığımdan sonra bile benim için de ‘yakın yabancı’ idi. Uzun süre ilgimi çekmedi ve gündemime girmedi. Bu hâl, Ercümend Özkan’ın (r.a) yayınladığı İktibas ile karşılaşıp dergide İran’la ilgili yazı, yorum ve alıntıları okumaya başlayana dek sürdü ve sonrasında da konu ile ilgili muhtelif kitaplar alıp okumama vesile ve sebep teşkil etti (2-10).
2008 yılında da bir hafta süreyle İran’ın bir kısmını gezip görmek nasip kısmet oldu. Bu seyahat izlenimlerini kaleme de almıştım (11).
İran, Irak ile olan savaşın bitimi ve İmam Humeyni’nin vefatından bugüne kadar, dünyada olduğu gibi benim de, Batı ile özellikle ABD, onun bir eyaleti konumundaki İsrail ve bir diğer himayesi altındaki işbirlikçisi Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri ile olan karşılıklı atışma ve tehditleri; uygulanan ekonomik ambargo, şii hilali oluşturma ve nükleer silah üretme iddiaları ile gündemde kaldı.
ABD ve işbirlikçilerinin, nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilip devrimden bu yana sürdürdükleri ekonomik ambargoyu tekrar ama bu sefer en ağır biçimde tekrar yürürlüğe sokmak suretiyle İran’ı dize getirip teslim almaya çalıştıkları şu günlerde ve devrimin 40. yılına girdiği bu zamanda İran konusu üzerinde tekrar durmaya karar verdim. Şubat ayı içerisinde konu ile ilgili dört kitap daha okudum (12-15).
Bu kitaplardan gazeteci Taha Akyol’un “Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet” adlı araştırma mahsulü olan kitapta, mezhep ve devlet ilişkisi, her iki komşu ülkede tarihsel seyri içinde işlendiği gibi, günümüze kadar gelişen olaylar değişik yönleriyle karşılaştırmalı bir şekilde irdelenmiş, çok önemli tespitler ve sonuçlar ortaya konmuştur. 
Kitapta da değinildiği gibi, kanaatimce Osmanlı ve her ne kadar teoride maziye bir sünger çekilip yeni bir başlangıç yapıldığı iddia edilse de pratikte onun devamı olan Türkiye’de (Sünni anlayışın cari olduğu ülkelerin çoğunda da) din büyük ekseriyetle devlete tabidir, devletin yedeğinde ve kontrolündedir. Din adamı denilen fakat Batı’daki anlamıyla ruhban olmayan bu kesim geçimini din’den sağlar ve devletin bir memurudur. Akademisyen bile olsa devletten bağımsız bir ilmi hüviyeti yoktur. Şii anlayışın hakim olduğu İran’da ise (Şii anlayışın cari olduğu ülkelerin çoğunda da) din kurumlaşması, hiyerarşisi ve iktisadi açıdan devletten ayrı ve bağımsız olup Hz. Ali’den beri tarih boyunca süren bir muhalefet geleneği mevcuttur. İran’daki devrim, Şia anlayışından kesinlikle ayrı düşünülemez. Ulema fıkhi (hukuki) anlamda müçtehid oldukları gibi halkla ayrılmaz ve sıkı bağları vardır. Sünni dünyada böyle bir gelenek yoktur. İşte bu yüzdendir ki, Osmanlı’yı takiben ülkede kurulan yeni sistemde iktidarı, aynı zamanda modernizmin (batılılaşmanın) taşıyıcısı ve ülkenin en örgütlü ve etkili kurumu olan ordu devralmış, kendisi dışındaki kesimleri özerk / bağımsız, organize ve kurumsal olmadıkları için kolaylıkla tasfiye edebilmiştir. İran’da ise Osmanlı’dakinin tam tersi konumda olduğundan siyasi otoriteye karşı pozisyonunu ve tavrını muhafaza edebilmiştir. Fakat yine de bu noktada ülkedeki beş büyük Ayetullah’tan biri olan İmam Humeyni’nin mücadeleci, kararlı, tavizsiz ve nev’i şahsına münhasır özellikleri, onu devrimin gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde hayati derecede özel ve seçkin bir konuma sahip kılmıştır. Halkın içinden biri olarak sade yaşantısı, mütevazi tavrı, derin ilmi, yıllarca acılarla ve sürgünlerde geçen hayatı, feraset ve basireti kitlelerin desteğini almada etkili ve önemli olmuştur. Humeyni her ne kadar Şia düşüncesinden ayrı düşünülmese de O’nun Şia düşüncesine getirdiği yeni açılımlar, “siyaseti ibadet, ibadeti siyaset” telakki eden İslami anlayışı, ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak nitelemesi ve “ne Doğu ne Batı yalnızca İslam Cumhuriyeti” şiarı gelecek zamanlara damga vuracak ve etkisini devam ettirecek niteliktedir.
İmam Humeyni’nin Siyasi-ilahi?! Vasiyyeti ve İran İslam Cumhuriyeti Anayasası okunup tetkik edildiğinde, Kur’an ve Rasulullah (a.s)’ın Sünneti’nden hareketle hazırlanmaya çalışıldığı, ikisine atıf ve vurgu yapıldığı, buna hassasiyet gösterildiği rahatlıkla görülmektedir (14, 15). Eleştiri konusu olan Şia mezhebinin etkisi ise vardır ve bir yere kadar da normal olarak karşılanabilir. Zira İran tarihi ve devrime giden süreç göz önüne alındığında, İmam’ın ve İran toplumunun ana özelliği Şia olduğuna, devrimi yapanın da onlar olduğuna göre bundan daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu Şia düşüncesini tümüyle olumlamayı gerektirmez. Sadece İmam’ın ve İran halkının İslami yapısının, Şii oluşu gerçeğini göz ardı etmemek demektir. Şia mezhebine ait hususlar bir kenara bırakılırsa İran’da gerçekleşen inkılap İslamidir, olağanüstüdür, muhteşemdir, müslümanların tarihinde (Hz. Peygamber (a.s) dönemi hariç) bir ilktir, eşi ve benzeri yoktur. Ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, ne kadar görmemezlikten gelinmeye çalışılırsa çalışılsın, ne kadar unutturulmaya ve yok edilmeye çalışılırsa çalışılsın bu gerçek dün değişmedi, bugün ve yarın da değişmeyecektir.
Bu bilgi ve tespitlerden sonra devrimden sonra 40 yılını geride bırakmış İran hakkındaki görüş, eleştiri ve kanaatlerimi maddeler halinde sıralamak istiyorum.
1.      İran’da 40 yıl önce gerçekleşen inkılap, Dünyanın ve İran’ın, İnsanlığın ve Müslümanların bilgi, tecrübe ve ufuklarını tazeleme ve genişletme anlamında faydalı olmuştur. Fransız ve Rus devrimlerinden sonra İran devrimi de her ikisinden de farklı ve yeni özellikleri ile tarihteki kendine ait yerini almıştır. İran’daki devrim, Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki Türkiye, Mısır, Pakistan, Cezayir, Libya, Sudan ve diğer yerlerdeki değişimlerden oldukça farklı ve özgündür. İran örneği ve tecrübesi üzerine tez, makale ve çalışmalar devam etmeli, müspet veya menfi alınabilecek ve çıkarılabilecek dersler ilmi olarak her yönüyle ortaya konulmalıdır. İran, dünyanın ve İslam topluluğunun (ümmetin) önemli bir parçasıdır, üyesidir ve bu ilgi, araştırma ve incelemeyi fazlasıyla hak etmektedir.
2.      Uluslar arası sisteme karşı çıkmak, iki kutuplu bir dünyada “Ne Batı (ABD, AB / Kapitalizm) Ne Doğu (Sovyetler Birliği / Komünizm), Sadece İslam Cumhuriyeti (Devleti)” diyebilmek çok zordur ve büyük bedeller ödemeyi gerektirir. Nitekim getirdi de. İçerden devrimi çökertme ya da rayından çıkarma girişimleri, devrimin önemli isimlerine suikastler, bütün etnik, mezhebi ve diğer farklılıkları kullanarak kaos yaratma, ABD’nin Tabas çölü harekatı gibi askeri müdahaleler ve daha nice oyun ve tuzak sahneye koyulurken dışarıdan da başka bir ülkeyi (Irak) bir bahane ile işgale sevkederek devrim evinde boğulmaya ve yok edilmeye çalışıldı. Ağır bedeller ödenerek hepsi atlatıldı. O gün bugündür de siyasi ve ekonomik olarak baskı ve ambargo ile bu hedef gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. İran’a her türlü eleştiriyi getirirken, bu açık gerçek kesinlikle gözden ırak tutulmamalıdır. Zira Müslümanların yaşadığı coğrafyada net biçimde ve devlet bazında ABD ve işbirlikçilerine karşı başka bir çıkış, meydan okuma yoktur.
3.      İran, NATO üyesi bir ülke olmayıp, topraklarında bir başka yabancı ülkeye ait askeri üsler yoktur. Darbe ve diğer şeytani işlerin planlanıp yürütüldüğü bir ABD büyükelçiliği ve konsolosluğu da yoktur. Uluslar arası şirketlerin özelleştirme ve yatırım adı altında çöreklendiği ve yağmaladığı bir ülke de değildir. Kapitalizmin bütün araçları ile çekip çevirdiği, tüketime özendirip üretimi sekteye uğrattığı, reklam ve kültürü ile toplumu ifsad etmeye çalıştığı bir ülke de değildir. Emperyalistlerin yer altı ve yerüstü zenginliklerine el koyduğu, mali ve askeri yardımlarla teslim alıp kuşattığı, hakimiyetleri altına alıp her türlü kurallarını dikte ettiği bir ülke hiç değildir. Küresel kapitalizm (emperyalizm, sömürgecilik) için bu günahlardan daha büyük günah olur mu? Dünyanın başına Firavun kesilen ve rabb’lik, ilahlık; meliklik taslayan ABD ve tayfasına kafa tutan, itiraz eden, etmeye cesaret edebilen Müslümanların yaşadığı bir ikinci ülke var mıdır?
4.      Müslümanların yaşadığı ülkelerde yaşanmış ve hâlâ da yaşanmaya devam eden ciddi sorunlardan biri de ülkedeki sistemin tek bir isimle özdeşleşmesi, nerdeyse eşitlenmesidir. Bu kişi ister inkılap rehberi, ister devrim lideri, isterse kurucu bir isim olsun ve ne kadar olağanüstü özelliklere sahip olursa olsun fark etmez. Bu durum İran’da gerçekleşen inkılabın rehberi, kurucu lideri İmam Humeyni için de geçerlidir. Humeyni’nin hayatı ve düşünce (inanç) dünyasının hata, yanlış ve eksiklerden uzak olması aklen ve naklen mümkün değildir. Her ne kadar Şia itikadında Oniki İmam’ın “mâsum” yani “hatadan beri ve sorumsuz” olduğu inancı varsa da bu durum gerçeği değiştirmez. Bir insan ne kadar yetenekli, gayretli ve donanımlı olursa olsun “hatadan beri” değildir. Nefsani davranabilir, unutabilir ve yanılabilir, yaşadığı zaman ve mekan şartları sebebiyle yanlış kararlar alabilir. Tarih boyunca şu rahatlıkla görülmüştür ki “put kıranlar” da, kendilerinden sonra gelen izleyicileri tarafından “putlaştırılabilir”, yeni bir put haline gelebilir, getirilebilirler. Bu sefer o toplumda her şey o liderin (önderin, imamın) düşüncelerine göre ölçüp biçilir, doğru ve yanlış belirlenir, nerdeyse tek kriter haline getirilir. Onun da bir insan olduğu, yanılabileceği, yanıltılabileceği, döneminin şartlarıyla kuşatılmış olduğu, bilgi ve tecrübe artışının, gelişmelerin onun vefatı ile durmadığı, hayatın her açıdan olanca hızıyla aktığı unutulup gözden kaçırılır. Bu O’ndan sonra gelenlerce iyi niyetle yapılabileceği gibi, daha çok da statükonun muhafazası ve o sistemden memnun olup nemalananların işine gelen bir şeydir. Aslında bu durum her ne kadar sistemi koruma amacı gütse ve sisteme sahiplenenlerin işine de gelse, eşyanın tabiatına ve insan fıtratına aykırıdır. Öncelikle bütün toplumun aklını, bir tek kişinin aklına mahkum ve mecbur etmek akli, nakli, ahlaki, İslami, insani açıdan doğru ve tutarlı değildir. Bu aynı zamanda o toplumun akledenlerine zulüm olup onları tahkir ve tezyif etmek anlamına gelir. Olması gereken o kişiyi tarihte ait olduğu yere koyup, sevabı ve günahıyla değerlendirip yola devam etmektir. Bunun aksi anormaldir, patolojiktir, ölü seviciliktir, putlaştırmaktır, gericiliktir.
5.      Bir diğer iddia şudur, “devrimlerin ömrü, devrimci kuşakla sınırlıdır. Bugün İran’a gitsek, devrimin esamisi yoktur”. Her ne kadar “devrimin esamisi yoktur” iddiası abartılı olsa da, “devrimlerin ömrünün, devrimci kuşakla sınırlı” olduğu bir yerde doğrudur ve belki de kaçınılmazdır. Zira devrim olağanüstü, her şeyin alt üst olduğu bir kaos ve karmaşa halidir. Sürgit ve ilanihaye devam etmez, edemez. Bir yerde durulması ve oturması gerekir. Bir şeyi yapmak ve başarmak kadar, onu sağlıklı bir şekilde sürdürmek de bir o kadar önemlidir. Bunu bir yerde evliliğe benzetebiliriz. Kişinin o güne kadar tek başına yaşadığı hayatı, evlilikle beraber iki kişilik ve sonraları daha da kalabalık bir hale inkılap edecek yani değişecektir. Evlilik öncesi heyecan, duygu ve romantizmin yoğun olduğu bir dönemdir. Evlilik sürecindeki sorunlar bu halet-i ruhiye ile aşılır. Nasıl olsa evlilikte keramet vardır, iki gönül bir olunca samanlık seyran olur, aşk nelere kadir değildir filan diyerek bu iş tamamlanır, dünya evine girilir. Girilir girilmesine de aynı evde yaşamanın getirdiği problemler, geçim derdi, her iki tarafın aileleri, hayaller, yuvaya gelen minik misafirler filan evlilik sonrası karşılaşılabilecek muhtelif gelişmelerdendir. Evliliği kurmak kadar, onu sağlıklı bir şekilde yürütmek, rutin (gündelik, olağan) işleri çekip çevirmek emek, sevgi ve sabır ister. Aşk, heyecan yerini sükunete, huzura, tecrübeye, olgunluğa bırakmak durumundadır. Evlilik hayatında öncesinde olduğu gibi sürgit her dem aşık olmak, heyecan duymak bir yere kadar teorik olarak mümkünse de, pratikte pek de öyle değildir. Ama yine de her vesile ve bahane ile bu sıcaklığı, canlılığı, dinamizmi evlilik sınırları içerisinde sağlamaya çalışmak önemlidir. İran veya başka bir devrim gerçekleşmiş ülke, bütün bu gerçeklerden azade değildir. Bu nedenle devrim sürecini ve sonrasında kurulan devleti bir yerde ayrı ayrı da ele alabiliriz. Devrimi gerçekleştiren kuşağın önemli bir kısmı, gerek devrim öncesinde eski rejim tarafından şehit edildi, gerekse de devrim sonrası suikastler ve on yıl süren savaş nedeniyle cephede şehid düştü. Ama yine de bütün bunlara rağmen devrimci kuşak kadar olmasa da (ki bu mümkün de değil zaten), şu anki halkın ve yönetim kademesindekilerin bu ruhu, bu heyecanı yeni kuşaklara mümkün olan çeşitli yol ve yöntemlerle taşımaları, aktarmaları görevleridir, sorumluluklarıdır.
6.      Devrim sonrası İran’a özellikle menfi yaklaşımlardan birisi, belki de en önemlisi mezhep konusu idi. İran’da bir devrim olması ve üstelik bu devrimin İslami nitelikli olması, İran’da ve bölgede hakimiyet kurmuş, sömürgeci emelleri doğrultusunda hareket eden ABD, İsrail ve diğer Arap işbirlikçi rejimleri tarafından, devrimi ve İslami yönünü gizlemek, gözden düşürmek için mezhep konusu özellikle öne çıkarılıp aleyhte kullanıldı. Bu şekilde statüko korunmaya, bölgedeki devletlerin halklarının uyanmaması ve bu örnekten etkilenmemesi sağlanmaya çalışıldı.  Bu yeni gelişmenin aleyhlerine ve çıkarlarına aykırı düştüğünün farkında olanların, mezhep ayrılığını gündeme getirip devamlı bu hususa vurgu yapmaları, mezhep ayrılığını körüklemeleri bir yerde anlaşılır bu durumdur. Fakat asıl anlaşılmayan ve üzücü durum, müslümanım diyenlerin büyük kısmının bu oyuna gelip tuzağa düşmeleridir. İmam Humeyni vefat edinceye kadar gücü yettiğince bu konuda oldukça dikkatli ve hassas davrandı. Fakat onun da yapabileceği bir yere kadardı. Yüzyıllarca bir diğerinden farklı ve muhalif iki mezhebin birbiri hakkındaki önyargı ve kanaatlerini öyle bir çırpıda, kısa zamanda değiştirmek elbette kolay değildir. “İran’ın İslam olduğu için Şii değil, Şii olduğu için İslam olduğunu” düşünenler olduğu gibi, Şia’yı ‘dört hak mezhep”ten?! biri saymayıp küfr ile itham edenler bile vardı. Tarih içinde ve Devrim’den sonra da, gerek Sünni, gerekse de Şia, dönüp kendilerine bakacak ve düzeltecek yerde, birbirlerinin kusurunu ayıbını aramakla meşgul oldular. Devrimin İran’da gerçekleşmesinin mezhep açısından olumlu ve olumsuz sonuçları olduğunu düşünüyorum. İran’a ve İslam’a düşman, emperyalist güçler için kullanabilecekleri bir argüman olduğu kadar, Sünni dünyada Devrim’in hak ettiği kadar etki yapmasının da önünde bir handikap teşkil etmesi olumsuz sonuçlarından sayılabilir. Olumlu sonucu ise, Şia mezhebindeki muhalif ve mücadeleci, devletten özerk ve dinamik yapı Devrim’in oluşmasına imkan ve ihtimal verdi, yardımcı oldu. Ayrıca bu vesileyle Şia – Sünni mezheplerinin tekrar gündeme gelmesine, kendilerini gözden geçirmeye ve bir ölçüde yakınlaşmalarına da bir vesile oldu. İki mezhebin kendi yollarını, okullarını, yaklaşımlarını bırakmaları tarihi seyir ve günümüz dünyası dikkate alındığında teorik olarak hoş gözükse de pratik ve gerçekçi olmaktan uzaktır. Buradan hareketle, geçen zaman içerisinde yaşanan tecrübelerden sonra, gerek İran’daki devlet ve halkın, gerekse de Sünni anlayışın hakim olduğu devlet ve halklar mezhep vakıasına değil, İslam’a vurgu yapıp onu ön plana çıkarmak için dikkatli olmak ve incitici, yıkıcı, çatışmacı bir dil ve üslup kullanmaktan uzak durmalıdırlar. Hoşgörü ve diyaloğu terk etmeyip zalimlerin, sömürgecilerin, İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmemelidirler. Belki sloganik ve duygusal olacak ama şunu bilmek durumundayız. “Şii ve Sünni Müslümanlar kardeştir; Onları düşman yapan ve çatıştıran kalleştir”.
7.      Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki fay hatlarından biri de milliyetçilik ve ulusalcılıktır. Tarih boyunca Türk ve Kürt, Arap ve Acem (Fars) veya başka başka etnik farklılıklar İslam düşmanlarının, emperyalistlerin elinde bir koz olmaya devam etmiştir. Ve ne yazık ki bu fırsatı da çoğu zaman Müslümanım diyenler vermiştir. Allah’ın son elçisinin geldiği zaman ve mekanda, kabilecilik büyük bir sorun oluştururken, İslam’la bu büyük ölçüde halledilmiş ve İslam sancağı altında birlik sağlanmışken, o’nun vefatını takiben otuz yıl içinde tekrar soy sop, kabile asabiyeti dirilmiş ve bu birliği bozmuştur. Son birlik Türklerin ana unsur olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda öyle ya da böyle yüzyıllarca sağlandı. Moğol ve Haçlı saldırıları atlatıldı. Fakat Osmanlı dağılıp 20’yi aşkın devlet peydah olduktan sonra bir türlü bu coğrafyada kan, gözyaşı, darbe, sömürü ve yağma dinmedi. Hâlâ da bütün hızıyla sürüyor. Emperyalist blok ve işbirlikçileri tarafından bu bölünmüşlük ve parçalanmışlık daha da arttırılmaya çalışılıyor. Bu anlamda İran devrimi bir fırsat doğurmuş idi. Fakat Batı ve hempaları, devrimi içerde boğamayınca dışarıdan Irak’ı saldırtarak ve O’na her türlü para ve silah desteği vererek, kimyasal silah kullanmasına bile yeşil ışık yakarak ve hatta onun yanında bizzat savaşa girerek, İran yolcu uçağını bile ‘yanlışlıkla oldu’ diyerek düşürmeye varana dek her türlü insanlık dışı vahşi ve acımasız yöntemleri kullanarak dışarıdan yıkmaya çalıştılar. Bu da olmayınca siyasi ve ekonomik ambargo ile de nefes aldırmayarak İran’ı sınırlarına hapsetmeye çalıştılar. Komşu ülke Türkiye’de 12 Eylül NATO (ABD) askeri darbesi yapılıp Turgut Özal eliyle ılımlı İslam?!, Afganistan’a da Sovyetler Birliği’nin girmesine yeşil ışık yakılıp yeşil kuşak projesi uygulanmaya başlandı. Bunlar da yetmedi, ABD, Saddam’ın Kuveyt’i ilhakına yeşil ışık yakıp sonra da ortalığı ayağa kaldırıp bu bahaneyle Irak’ı bizzat işgal edip Körfez’e yerleşti. Afganistan, 11 Eylül bahanesiyle bu sefer de NATO (aslında ABD) işgaline maruz kaldı ve halen de devam ediyor. Libya’yı NATO marifetiyle işgal ettiler. Yemen’de ABD desteğinde Suudi Amerika ve Birleşik Amerika Emirlikleri ve diğer ufak tefek zavallı Arap devletçikleri marifetiyle saldırı, yıkım ve katliama giriştiler. Mısır’da kıdemli uşak Mübarek’i tasfiye edip yerine darbe ile yeni uşak Sisi’yi oturttular. En son Suriye’yi NATO ve işbirlikçi Arap Devletleri (özellikle Suudi Amerika ve Birleşik Amerika Emirlikleri) sponsorluğunda silahlandırdıkları terörist örgütler eliyle destabilize edip terörle mücadele bahanesiyle askeri üsler kurup Kürtlerin hamiliğine soyundular. Fakat İran, Hizbullah ve Rusya bu oyunu bozdu. Sonradan Türkiye de bu cepheye katıldı. İşte şimdi oyunun son perdesine geliyoruz. ABD tek taraflı olarak İran ile varılan nükleer anlaşmadan çekilip, BM ve Güvenlik Konseyi’nin 4+1 üyelerine ittir çekerek, tarihin en büyük ambargosunu İran’a karşı uygulamaya başladı. Bir yandan da kendi başkanlığında Arap NATO’sunu kurmaya çalışıyor. Polonya’da İran karşıtı Ortadoğu zirvesi düzenleyerek planlar kurarken, uşağı katil Suudi Amerika veliahtı Selman da İran’a karşı blokta yer almaları, İran’la ilişkilerini kesmeleri için Pakistan, Hindistan ve Çin’i ziyaret ederek yatırım vaadi yaptı (pardon rüşvet dağıttı). Son olarak Afganistan’da da Taliban’la masaya oturup anlaşarak İran karşıtı cephede yer almasına çalışılıyor. Tabir-i caizse ABD liderliğindeki emperyalist uluslararası blok, her yol ve yöntemle, herkesi ve her şeyi kullanarak İran’ı teslim almaya, diz çöktürmeye çalışıyor. Hesaplarına göre İran bir yıkılsa, İran’daki rejim Şah Rıza zamanındaki pozisyonuna dönse her şey tamam olacak. O zaman ABD, AB, İsrail, işbirlikçi Arap rejimleri rahat bir nefes alacak, zalimler ve sömürgeciler için Ortadoğu ve Dünya dikensiz bir gül bahçesi olacak, çöpsüz üzüm olacak, kesin zaferlerini ilan edecekler. Yemen bunun için yıkılıp yakılıyor, Lübnan Hizbullah’ı bunun için terör listesine alınıyor, Hamas ve Filistin bunun için ilgisizlik ve yokluğa mahkum ediliyor, Suriye bunun için harabeye çevrildi. İran önlerindeki son engel, ele geçirilmedik son kale olarak görüldüğü için dünya başına yıkılıyor. Yoksa ne İran’ın Şiiliği, ne Molla’ların yönetimde olması, ne Şeriat’ın uygulanması, ne Batı’nın savunduğunu ifade ettiği demokratik insan hakları ve özgürlükler, ne de başka bir şey umurlarında değil. İran bir teslim bayrağı çeksin, ABD’nin kucağına bir otursun, ABD ve Batı’ya istediklerini versin, uluslar arası şirketlere bütün ülkeyi peşkeş çeksin, petrolünü yağmalatmaya razı olsun, İsrail’i tanıyıp sırtını Filistin’e bir dönsün, dünyanın jandarması ve mafya babası ABD’nin elini bir öpsün, hiç ama hiçbir sorun kalmaz. Bütün bunları görmek ve bilmek için biraz feraset, biraz basiret yeter de artar bile. Velev ki İran bölündü, işgal edildi, teslim alındı. Onların hesapları, planları, tuzakları tuttu. Ama unuttukları bir şey var ki o da Allah’ın Hesabı. Bütün hesapları, planları, tuzakları bozar O’nun dilemesi ve yardımı. Dünya küfr ile ayakta durur da, zulüm ile asla durmaz. Bütün eksiklerine, hatalarına, yanlışlarına rağmen inancımız gereği, zalime karşı ve mazlumdan yana durma düsturumuz gereği, komşumuz ve ümmetin bir parçası olan İran’ın siyasi olarak yanında durmamız, onlar İslam’ın ve Müslümanların yanında durduğu sürece vaciptir.
8.      İran’da halkın katılımı açısından tarihin kaydettiği en yüksek katılımlı bir devrim yaşanmasına rağmen, halkın büyük bedeller ödemesine ve devrimden beri kırk yıl süren ve şimdilerde daha da ağırlaşan ambargo yüzünden türlü sıkıntılara  katlanmasına rağmen, velayet-i fakih kurumu ihdas edilerek kayd-ı hayat şartıyla (halihazırdaki rehber seyyid ali hameney, tam 30 yıldır ülkeyi yönetiyor) rehberiyet makamının olmasının bir tezat teşkil ettiği kanaatindeyim. Bütün önemli yetkiler sorumlu tutulamayan ve masum olduğu inancı olan rehber’in uhdesinde ama sorarsanız ülkeyi cumhurbaşkanı yönetiyor. Davul seçimle gelen ve halka hesap vermekle yükümlü cumhurbaşkanının boynunda ama tokmak rehberin elinde. Aslına bakılırsa bu hal, Türkiye’deki kurulduğundan beri haklı olarak şikayet konusu olan askeri vesayet yönetiminin bir başka versiyonu, İrancası. Rejimin sürgit iç ve dış tehlike altında olduğunu söyleyerek, beka sorunu var diyerek ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olabilirsiniz ki? Nasıl bir insanın hayatını tehdit edecek boyutta solunum ve dolaşım problemi acil, geçici ve arızi bir durumsa, öncelik hastayı hayatta tutmak ve sonrasında da olayın nedenlerine eğilip sağlığına kavuşmasını sağlamak ve idame ettirmekse, bir rejim, bir sistem, bir devlet sürgit hayati tehdit altındaki bir hasta gibi davranamaz ve devam edemez. Devrim hayati tehlikeleri atlatıp düze çıkınca hızla sorunlarını, hastalık nedenlerini tespit ve çözmekle mükelleftir. İran’ın bu anlamda rejim olarak ayakta dursa da çok da başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.
9.      Aslında İran’ın ekonomik (elbette ambargo görmemezlikten gelinemez), siyasi, hukuki ve sosyal açıdan karşılaştığı problemleri aşıp başarılı ve örnek bir model oluşturamaması bir vakıa ise de bu sadece onlara has bir durum olarak görülüp beceriksizliklerine bağlanamaz. Bu müslümanım diyenlerin, İslam aleminin, İslam anlayışının genel ve yaygın bir problemidir. İran’da Şia düşüncesinde bazı açılım ve içtihadlar olmuş, devrim geçekleşmişse de, “düşüncede devrim” maalesef tam anlamıyla gerçekleşmemiş, gerçekleştirilememiştir. Sosyolog Dr. Ali Şeriati, Ayetullah Mutahhari ve Ayetullah Talegani gibi birçok aydın ve müçtehidler, en verimli oldukları ve olabilecekleri çağda suikastlere uğrayarak şehid edilmişler, on yıl kadar süren savaş nedeniyle de devrimin evlatları cephede hayatını yitirmiş, bir kısım insan da devrim sonrası süreçteki iç çekişmelerde heba olup gitmiştir. Devrimden sonraki dönemde ve bugüne kadar birçok İranlı aydın, sanatçı, akademisyen ve nitelikli insanlar maalesef çeşitli sebeplerle ülke dışına çıkmış, iltica etmiş, başka ülkelerde iş ve aş bulmuştur. Bütün bu nitelikli, meslek sahibi ve yüksek tahsilli insanları rejim karşıtı (zıdd-ı inkilabi), hain, işbirlikçi ve kötü olarak görmek, göstermek doğru olmadığı gibi gerçekçi de değildir. Keşke İran bu insanlar için cazip ve bütün birikim, yetenek ve enerjilerini sergileyebilecekleri bir atmosfer oluşturabilse idi. Maalesef bu yeterli ve istenilen düzeyde gerçekleştirilemedi. Yine ikrar ve insaf etmek gerekir ki bu nahoş durum yalnız İran’ın değil, bütün İslam coğrafyasında ve halkıyla bütünleşmemiş, adaletli gelir dağılımını sağlayamamış, ülkenin kaynaklarını akıllı ve verimli kullanmayan, insanlarının memnuniyetlerini sağlayamayan ve istikrarlı olmayan bütün ülkelerde genel bir tablodur.
10.   İran’da devrim sonrası demokratik hak ve hürriyetlerin olmadığı eleştiri ve suçlamasının da çok haklı ve yerinde olmadığı kanaatindeyim. Bu soru ancak demokrasi iddiası ve vurgusu olan rejimlere yöneltilebilir. (İnsan) Hak ve özgürlüklerinin tanımının ve çerçevesinin demokrasi tarafından belirlendiği ve çizildiği bir sistem iddiasında olanlara niçin dini (İslami), sosyalist ve faşist olmadıkları sorulamaz ve ancak anti-demokratik uygulamaları nedeniyle eleştiri yöneltilebilirse, İslam devrimi yaptığını söyleyen bir sisteme de ancak uygulamalarının İslam’a uygun olup olmadığı noktasında eleştiri yöneltebilirsiniz. Bu durum başka başka rejimlerle yönetilen diğer ülkeler için de geçerlidir. Söylem ve iddianız ne ise, size ancak o konuda soru ve eleştiri yapılabilir. Nasıl bir erkeğe kadın, kadına da niçin erkek gibi davranmadığı için eleştiri yöneltilemezse, bu ideoloji için de geçerlidir.
11.  İran’da 2500 yıllık monarşi ve Şah’ın keyfi, baskıcı ve sorumsuz yönetimi, ulema önderliğindeki halkın katılımı ile yıkılınca, Şia renkli olsa da temelinde ve özünde İslami nitelikli devrimin, akabinde halka yani devrime katılan tüm kesimlere bir rahatlama, nefes alma ve özgürlük alanı açması beklenir ve gerekirdi. Elbette her devrim sırası ve sonrasında olduğu gibi, birtakım istenmeyen ve aşırılık ifade eden hadiselerin olması, devrime çeşitli amaçlarla katılmış, iştirak etmiş, omuz vermiş kesimlerin kendi aralarında az veya çok hakimiyet mücadelesi vermesi beklenen bir durumdur. Bütün bu riskli ve tehlikeli durumlar ne kadar az olur ve olabildiğince erken atlatılırsa o kadar iyi olur, devrim sağlıklı bir mecraya girer diye düşünülebilir. Bütün bunlar yaşandı, hatta çok acı biçimde yaşandı, savaş bir ölçüde bu dahildeki güç, iktidar mücadelesini büyük ölçüde bitirdi, ortak düşmana (Irak) karşı farklı kesimleri birleştirdi, büyük kayıp ve yıkım getirmesine rağmen savaşın böyle bir faydası olduğu da bir vakıadır. Ulusalcı (milliyetçi), Demokratik ve Sosyalist kesimler bu iktidar mücadelesini kaybetti. Beni Sadr, Mehdi Bazargan gibi isimlerin başını çektiği demokratik, ulusalcı kesimler ve sosyalist Halkın Mücahidleri kesimleri tasfiye edildi. İslami Cumhuriyet Partisi etrafında toplanan ulema (molla) ve İslami kesim bu iktidar mücadelesinden galip çıktı. Silahlı mücadele yani şiddet yöntemini tercih eden Halkın Mücahidleri ve Halkın Fedaileri gibi sol örgütlerin yaklaşımı elbette onaylanamaz ve kabul edilemezdi. Fakat şiddet yöntemini benimsemeyip parti (örgütlü, organize) yolla yönetime katılma talebi olan tüm kesimler, kendilerini meşru biçimde temsil hakkı bulabilmeli idi. Tek Parti (Cumhuri İslami) İran’daki toplumun tüm kesimlerini temsil etmekten uzaktır. İran halkının tüm özlemleri ve beklentileri Meclis’e yansıtılabilmeli ve katılım sağlanabilmeli idi. Bir ölçüde bu başarılsa bile istenilen seviyede ve boyutta olmadığını düşünüyorum. Daha önce de değindiğim gibi bu durum yalnız İran’ın değil, Müslümanların yaşadığı ülkelerin, coğrafyanın sorunudur. Evet kapitalizmin ürünü olan laik-demokratik-liberal ideolojinin insanı, toplumu ve tabiatı ifsad etmesine izin verilmemeli, zenginliğin belirli bir grubun (ailelerin, şirketlerin veya başkalarının) elinde toplanmasına göz yumulmamalı fakat şu an olduğu gibi ekonominin büyük ölçüde vakıflar eliyle mollaların ve devrim muhafızlarının elinde olmasına da engel olunmalı idi. Bunu söylerken bu sorunun benzerlerinin sadece İran’da değil, diğer halkının çoğunun Müslüman olduğu ülkelerde de olduğunu ve Müslümanların ekonomide banka, sigorta, faiz ve daha birçok sorunun çözümünde çok da başarılı olamadıklarını, uluslar arası kapitalizme, modernizme, Batı’ya (ve Doğu’ya) meydan okuyucu alternatif ya da özgün bir model üretemediklerini de not etmek lazım. Ekonomideki bu başarısızlık, siyasi, sosyal ve diğer alanlarda da geçerlidir.
12.  İran denilince birçok kişinin aklına gelen ve eleştiri konusu yapılan alanlardan biri de kılık kıyafet daha doğrusu kadınların zorunlu olarak başörtüsü takma konusudur. Bu konu İran’ın komşusu ülkemizde de Osmanlı’nın son yıllarında başlayan ve Cumhuriyet Türkiyesi ile resmi nitelik kazanan, halkın devlet tarafından kılık kıyafetinin, giyim kuşamının, gardrobunun belirlenmesi şeklinde cereyan etmiştir. İşin tuhaf tarafı Türkiye’de devlet zoru (sopası) ile gerçekleştirilen ve büyük ölçüde başarıya ulaşan bu konuya, Şah’ın da el atmasına rağmen girişiminin akamete uğramasıdır. Türkiye, kurulduğu yıllarda her konuda olmasa bile kılık kıyafet konusunda Şah dönemi İran’ına, Afganistan’a ve daha birçok ülkeye esin kaynağı volmayı becerebilmiştir. Türkiye’de Cumhuriyet ilanı sonrası resmi nitelik kazanan ve bir devlet politikası haline getirilen, kanunlarla (hem de devrim kanunları) zorunlu hale getirilen ve korunmaya çalışılan şapka dahil tepeden tırnağa ülke insanını Batılı ve modernize bir görünüme kavuşturma çabası “gerektiğinde kelleler pahasına” gerçekleştirilmiştir. Aslında kapitalizmin tam da işine gelen bu uygulama kendi haline, seyrine bırakılsa idi şayet, zaten zaman içinde gerçekleşecek, su yolunu bulacaktı. Zira ülkenin yönünü, rotasını AB (eski – birinci dünya) ve ABD (yeni – ikinci dünya)’ye doğru çevirdiğinizde bu gidişat ve sonuç, üçüncü dünya ülkesi olarak kaçınılmazdır. Birinci Dünya (Emperyalistler arası paylaşım) Savaşı sonrası kurulan, tek parti, tek adam ile yol alan Türkiye, ikinci emperyalistler arası savaş sonrası iç ve dış faktörlerin etkisi ile çok partili hayata geçmiş, hakim ve vasi konumundaki ordunun zaman zaman iç gelişmeler (bahaneler) ve ait olduğu bloktaki patronunun (özgür dünyanın efendisi ABD) isteği ve yardımı ile sistem her defasında ihtiyaca göre yeniden revize edilmiş, en son darbe olan 12 Eylül sonrasında da kapitalizme ve uluslar arası sisteme entegrasyon süreci başlamıştır. 28 Şubat sürecinde de laik-demokratik-kapitalist sisteme balans ayarı yapılmıştır. Akabinde ve detayında da yeni iç ve dış gelişmeler ve ihtiyaçlar doğrultusunda muhafazakâr (dindar) demokrat bir parti eliyle, halkın sistemle kaynaştırılması büyük ölçüde sağlanmıştır. Kapitalizmin (uluslararası emperyalizmin) elinde ve tekelindeki enformasyon araçları ile zihinlerimizin şekillendirildiği, algılarımızla oynandığı, moda ve marka yoluyla kılık kıyafetimizin belirlendiği bir çağda, kılık kıyafet tartışma konusu olmaktan çıkarıldı. Kurulduğundan beri bir türlü bitip tükenmeyen kılık kıyafet konusu hemen hemen büyük ölçüde bitirildi, normalleşme sağlandı. Neredeyse yüzyılı aşan ve yaşanan onca şeyden sonra Türkiye’nin bu noktada şu an halkı Müslüman olan ülkeler içinde bu konuda en rahat, normal ve doğru yolda olduğu kanaatindeyim. Elbette kılık kıyafet konusunda eksikler, fazlalıklar, yanlışlıklar var ama konunun devlet ve halk bazında uzlaşma, hoşgörü ve anlayış çerçevesinde büyük ölçüde çözüldüğünü düşünüyorum. Kılık kıyafet noktasında kadınlara yönelik baskıcı ve ayar verme girişimlerinin devletin üzerine vazife olmadığı kanaatindeyim. Kılık kıyafet, giyim kuşam konusu en baştan beri halka bırakılmış olsa ve doğal mecrasını izlese idi, bugüne kadar yaşanan acıların, mağduriyetlerin çoğu yaşanmaz, konu kendiliğinden hallolurdu. Ama kadın ve kılık kıyafet üzerinden siyaset ve iktidar mücadelesi yapmak, özellikle güç ve iktidar devşirmek isteyen kişi ve kesimlerin işine geldi. Elbette kılık kıyafet konusunda geleneksel ve dindar kesimde de aşırı, bağnaz ve tutucu kesimler olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Ama devletle kıyaslandığında onların etkisi ve verdiği zarar daha azdır. Buradan hareketle İslami ölçülere, ilkelere uygun bir siyasi rejimde de kılık kıyafet serbestisinin olması gerektiğini düşünüyorum. Kimin başına hangi başlığı takacağı ya da takmayacağı, neyle ve nasıl örteceği devletin kanunlarla belirleyeceği ve denetleyeceği bir alan değildir, üzerine vazife de değildir. Toplum bu ve birçok konuyu kendi arasında uhuletle ve suhuletle halleder, halletmeli diye düşünüyorum. Kamu görevlisi dahi olsa hiçbir erkek şapka giymeye, kravat takmaya zorlanamayacağı gibi hiçbir kadın da başörtüsü takmaya ya da çıkarmaya zorlanamaz, mecbur tutulamaz. Bu her alanda ve herkes için böyledir. Ne yazık ki İran, devrim sonrası bunu başaramadı, gerçekleştiremedi. Gereksiz yere kendi insanını üzdü, yordu, trajikokomik hallere düşürdü, ülkeden kaçırttı ve içerdekileri de huzursuz ve mutsuz kıldı. Kadınlardan da olsa “ahlak polisleri” oluşturup kadınları rahatsız etmek, hapis ve para cezalarına mahkum etmek, saçmalıktan başka nedir? Erkeklerin sakal bırakmamasının, kravat takmasının ya da kısa kollu gömlekler giymesinin hoş karşılanmamasını anlamak da mümkün değildir. Bu konular topluma bırakılmalı idi. İran’da devletin onca uğraşacağı ve çözüm bekleyen önemli ve hayati sorunlar varken, bu tür yapay sorun ve gündemlerle vakit ve enerji kaybetmesini anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Hiç unutmuyorum, İran’ı gezerken Tahran’da bir masum ya da masumenin?! türbesini görmek, ziyaret etmek istediğimizde eşim, İslami tarzda bir örtülü (tesettürlü, baş örtülü) bir kişi olmasına rağmen oradaki bayanlar bunu yeterli görmediler, siyah çarşaf ya da onların geleneksel dış giysisi olan çador’u verip giymesini istediler. İran’ın bu noktada (aslında birçok nokta var da) yani kılık kıyafet noktasında artık İslami ve insani olmayan yasakçı zihniyete ve uygulamalara son vermesi, değişikliğe (inkılaba) gitmesi dileğim ve arzumdur.
13.  İran’da devlet yönetiminin ulema (fakihler, müçtehidler, mollalar) elinde ve kontrolünde olduğu bilinen bir gerçektir. İran ve Şia tarihi boyunca Şahlık yönetiminde bile ayrı, özerk (ilmi, hukuki ve iktisadi) ve etkisi güçlü olan, halkla iç içe ve kuvvetli bağları olan ulemanın, Ayetullah Humeyni şahsında devrime önderlik yaptığı da bilinen bir gerçektir. Bu durum hem İslami ve milli sorumluluk, hem de Şah zamanında kendi konumlarının tehlikeye düşmesi ve iktidar ortağı ya da bizzat iktidar olarak kendi çıkarlarını korumaya çalışmak çabası olarak da düşünülebilir. Aynı şekilde İran’ın komşusu olan ülkemizde de daha önce Sultan’ın (Padişah’ın) elinde olan gücün, ülke içi ve dünyadaki gelişmeler sonucu bir Osmanlı Paşası olan Mustafa Kemal’in şahsında kurucu-kurtarıcı olarak önderlik yaptığı Ordu’nun eline geçtiği de bilinen bir gerçektir. Ordu da kendi konumunu korumuş, sağlamlaştırmış ve sahne gerisinde rejimin koruyucu ve kollayıcısı olarak duruma vaziyet etmiş, gelişmelerin kontrolünden çıktığını düşündüğünde ve yeni bir düzenleme ihtiyacı hissettiğinde de durumdan vazife çıkarıp darbe ve muhtıra yoluyla ülke yönetimine el koymuş, sahneye çıkmıştır. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelere göre yapmayı düşündüğü düzenlemeleri yaptığında ise tekrar kışlasına dönmüş ve uzaktan takip ve kontrolünü yapmaya devam etmiştir. Ordu (TSK), her ne kadar halkın bağrından çıktığını ve insan kaynağını halktan devşirdiği insanlardan oluştursa da, halkla iç içe olmayıp kendi içinde ayrı ve müstakil bir dünya kurmuştu. Fakat son on yılda ve özellikle 15 Temmuz sonrası bu ahval ve şeraitte ciddi, hatta radikal denilen değişiklikler olmuş, insiyatif yavaş yavaş sivil iktidarın eline doğru yer değiştirmiştir. Bu elbette olması gereken ve olumlu yönde bir gelişim ve değişimdir. Bir ülkenin yönetiminin sadece bir sınıfın, grubun, kesimin, kurumun elinde ve kontrolünde olması normal ve sağlıklı bir durum değildir. Her ne kadar İran’da ulema (mollalar, din adamları), Türkiye’de askerler (TSK, ordu) ülkeyi monarşiden, şahlık ve sultanlıktan, soya dayalı hanedan yönetiminden cumhuriyete taşımışsa da, bu sefer kendilerinin sahnede, etkili ve kontrollerinde olduğu bir yönetim oluşturulmuştur. Tabir-i caizse “bal tutan parmağını yalamış”, ülkenin imkanları, kaynakları, zenginliklerinin önemli bir kısmı bu grupların eline geçmiştir. Bir yerde tam olarak karşılamasa da bu yönetimleri teokrasi ve militarizm olarak nitelendirebiliriz. Halbuki cumhuriyet yönetiminde aslolan cumhurun belli bir kesiminin değil, bütün kesimlerinin yönetime katılması, mecliste yer alarak yönetimde temsil edilip rol almalarıdır. Ülke bir şirket olmadığı ve işi yönetim olan profesyonel yöneticiler tarafından yönetilemeyeceği, yönetilmemesi gerektiği gibi sadece bir kesimin elinde de olmalıdır. Elbette İran’da, Türkiye’de veya başka bir ülkedeki Cumhuriyette, diğer toplum kesimleri gibi askerler ve din adamları da yönetimde yer alabilir, katılıp katkıda bulunabilir. Klasik Batı siyaset literatüründe olduğu gibi bu kesimleri siyaset dışı ilan etmek, siyasette yer vermemek çok da doğru ve gerçekçi değildir. Fakat bu iki kesimden birinin elindeki din gücünü, diğerinin de elindeki silahı kullanmaları, halka doğrultmaları ve zor kullanmaları asla kabul edilemez. Elbette bu durumda işin içine halkın kaynakları ile temin edilmiş ve ülkeyi dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korumakla yükümlü ordunun elindeki silahı içeride halka ve halkın seçtiği insanlara yöneltmesi daha ahlaksızca bir tecavüz olup asla kabul edilemez, haklı ve meşru bir gerekçesi de yoktur. Ama Osmanlı ve Türkiye tarihine bakıldığında bu yanlışın, zulmün onlarca, yüzlerce örneği mevcuttur. Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında ilk mecliste toplumun bütün kesim ve temsilcilerinin katılımı ile bir meclis oluşmuş ve bir şans yakalanmıştı. Fakat bu kısa sürdü, bu şans ve imkan değerlendirilemedi, fırsat kaçırıldı. Ortaya askeri ağırlıklı, tek bir kişi ve onun seçtiği bir meclis?!ten oluşan bonapartist bir yönetim çıktı. Bazı sorunlar belki çözüldü ama etkisi uzun sürecek ve ileride çözümü zorlaşacak daha büyük sorunlar yaratıldı. İran’da da aynı şekilde ulema, halktaki etki ve nüfuzunu kullanarak ve halkın da yoğun katılımı ile gerçekleşen devrime önderlik etmişse de, devrimden sonra da yönetimdeki ağırlığını pekiştirmiş ve velayet-i fakih (vesayet-i fakih diye de okuyabilirsiniz) yöntemi ile pozisyonunu anayasal güvence altına da almıştır. Türkiye’de ise vesayet, sistemin kurucu-kurtarıcı ve koruyucu-kollayıcı ordu tarafından darbeler ve darbe sonrası anayasa ve ona bağlı kurumlar eliyle sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki halkın doğrudan katılımı olmayan ve daha çok askerlerin ve onlarla birlikte hareket eden küçük bir elit kesimin eşlik ettiği bürokratik devrim; jakoben, tepeden inme, halk için halka rağmen, onların iyiliği iddiasında olduğu için, halka bu güvensizlik ve vesayet bir yere kadar anlaşılır bir şeydir. Fakat İran için bu vesayeti anlamak mümkün değildir ve kanaatimce halihazırda İran’ın yaşadığı sorunların en başında bu gelmektedir. Bu noktada Türkiye’nin acı, uzun ve zorlu da olsa geçmişe nazaran ve İran’a göre daha iyi ve olumlu bir konumda olduğunu söyleyebilirim.
14.  Devleti, bir toplumun en küçük birimi olan aileye benzetirsek, aile, bir kadın ve erkeğin severek ve isteyerek kurduğu bir müessesedir. Evlilik sonrası da sevgi, saygı ve anlayışa bağlı olarak, hak ve sorumluluklar karşılıklı üstlenilir. Maddi imkanlar ve karşılaşılan sıkıntılar beraberce bölüşülüp halledilir. Bu evlilikte taraflardan en az biri memnun değilse ve aradığını bulamıyorsa, bu evliliğin sürmesi, mutluluk ve huzurun sağlanması mümkün değildir. Aynı şekilde İran olsun, Türkiye olsun veya başka bir halkın katılımının ve desteğinin esas alındığı Cumhuriyet’le yönetilen bir ülke (sistem, devlet) olsun; halkın bütün kesimlerini, farklılıklarını (etnik, siyasi, dini, mezhebi ve diğer) dikkate alan, birbirleri ile ve devletle barış içinde yaşamalarına özen gösteren; yönetimden bağımsız, adil bir yargı; dürüst ve adil bir seçimle gelip giden bir yönetim yapısı; ülke gelir ve kaynaklarının adil bir biçimde bölüşülüp tüm tabana yayılması; hesap verebilir ve sorulabilir bir hükümet yapısı ve halkın tüm kesimlerinin adil biçimde temsil imkanı olduğu bir meclis için devlet ve toplumun her ferdi kendi üzerine düşeni yapmak ve çalışmak durumundadır. Halkın bir kesimini öteki, düşman, hain, işbirlikçi görmek ve göstermek barış ve huzura hizmet etmez, tam tersi kargaşa ve kaos oluşturur. Ülkedeki bütün insan ve diğer tüm kaynakları, potansiyeli, enerjisi harekete geçirilmeli, emek ve ürün gerçek değerini bulmalıdır. Ülkenin yer altı ve yer üstü servetleri değerlendirilmeli ve bir kesimin değil olabildiğince bütün toplumun istifadesine sunulmalıdır. Fikrin ifade hürriyeti olabildiğince sonuna kadar sağlanmalıdır, bunun önündeki engel ve yasaklar kaldırılmalı, soruşturma, kovuşturma ve cezaya mahal verilmemelidir. Toplumsal mutabakat ve huzur başka türlü sağlanamaz. Bir kesimi yok kabul eder veya şeytanlaştıramazsınız. Sürgit öfke, nefret ve öfke dilini tercih edemezsiniz. Bir kişinin veya bir grubun bütün düşünce ve kanaatlerini, bütün topluma herkesin uyması gereken kurallar olarak dayatamazsınız. Eleştirilemeyen, sorgulanamayan ve hesap vermeyen bir kişi ve kurum olamaz. Velhasıl ülkedeki herkes, o ülkede aradığını bulabilmeli, canı, malı ve ırzı emniyet altında olmalıdır. Yarına güvenle bakabilmeli, ülkesine aidiyet duygusu taşıyabilmeli, mutlu ve huzurlu olabilmelidir. Bu İran için de, Türkiye için de, müslümanların yaşadığı coğrafya ve tüm dünya için de böyledir.
15.  Başkasını konuşmak ve eleştirmek elbette kolaydır. Bir başka ülkeyi eleştirmek ve o ülkede olup biten hakkında kanaat belirtmek sorun teşkil etmeyebilir. Fakat ilginç ve dikkati çeken husus, İran’ı devrimin 40. yılında konuşurken bu vesileyle ve bahaneyle aslında kendimizi, sorunlarımızı ve doğruları da (elbette benim zaviyemden) konuşmuş olduk. Elbette konuyu her açıdan ve her yönüyle tam olarak değerlendir-e-medik. Zira bu hem bu yazının boyutunu, hem sizin sabrınızı ve hem de benim kapasitemi aşan, zorlayan bir durumdur. Bu yazıda serdedilen düşünceler benim kanaatlerimdir. Elbette eksik, yanlış ve çelişkili yönler bulunabilir. Şu an için elimden gelenin en iyisi budur. Elbette bu görüşlerim zaman içinde yeni bilgi, belge ve gözlemler sonucunda aynen kalabilir ya da kısmen ya da tümden değişebilir. Her daim ve her fırsatta kendimizi değişim ve gelişime açık bulundurmak zorundayız. Aksi halde statükocu, tutucu ve bağnaz biri olup çıkmamız işten bile değildir. Bu demek değil ki sabitelerimiz, ilkelerimiz ve muhafaza ettiğimiz şeyler olmayacak, elbette olacak, olmalı da. Daha iyisini, doğrusunu, güzelini, hayırlısını bulana kadar, elimizde, dilimizde, zihnimizde mevcut olanları söyler, yapar ve savunuruz. İnsan olduğumuzu, yanılıp (yanıltılıp) unutabileceğimizi biliriz. Ve yine şunu da biliriz ki, her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Kaynaklar:


1. Yakın Yabancı, Cihan Aktaş, İz Yayıncılık, İstanbul, 2008, 401 sh.
2. Olaylarla Ortadoğu, Süleyman Arslantaş, Endişe Yayınları, Ankara, 1990, 336 sh.
3. Dünden Yarına Dünya, Ercümend Özkan, Anlam Yayınları, Ankara, 2005, 595 sh.
4. Dünden Yarına İran, Cengiz Çandar, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1981, 157 sh.
5. İran’a nasıl bakmalı, Zeytin Refref (Yaşar Kaplan), Aylık Dergi Yayınları, Ankara, 1986, 99 sh.
6. Bir Devrimin Anlatılmamış Öyküsü, M. Hasaneyn Heykel (Çev. Bedirhan Muhib), Nehir Yayınları, İstanbul, 1988, 285 sh.
7. Ortadoğu Çıkmazı, Cengiz Çandar, Seçkin Yayınları, İstanbul, 1988, 267 sh.
8. Cennetin ve Cehennemin İçine Bir Yolculuk, R.W. Carlsen (Çev. Bedirhan Muhib), İşaret Yayınları, 1988, 252 sh.
9. İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Asaf Hüseyin (Çev. Taha Cevdet), Pınar Yayınları, İstanbul, 1988, 326 sh.
10. Generalin İtirafları - Şah’ın son genelkurmay başkanı Abbas Karabagi’nin anıları, (Çev. Sabah Kara), Birleşim dağıtım, Ankara, 1990, 476 sh.
11. Aynı Dünyalar – İran İzlenimleri, Arif Kaya, İktibas Dergisi, Sayı 357, Eylül 2008, sh. 38-44. [Yazıyı PDF formatında tam metin okumak için link: http://katalog.idp.org.tr/yazilar/360779/ayni-dunyalar ]
12. Son Devrimci Ayetullah Humeyni, Baqer Moin (Çev. Osman Cem Önertoy), Ankara, 2005, 318 sh
13. Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Taha Akyol, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1999, 318 sh.
14. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, (Çev. Dr. Hüseyin Hatemi), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1980, 102 sh.
15. İslam İnkılabı Rehberi Humeyni (r.a) Siyasi-İlahi Vasiyyetnamesi, İslami Tebliğ Teşkilatı Yayınları, Tahran, 1989, 105 sh.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder