10
Şubat 2019 Pazar günü, Özgür Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen, iki oturum
halinde yapılan ve konuşmacı olarak Ümit Aktaş, İslam Özkan, Doğan Özlük,
Yıldız Ramazanoğlu ve Kadrican Mendi’nin katıldığı “İran İslam Devrimi: 40
Yılın Muhasebesi” paneline katıldım. Konu çeşitli yönlerden irdelendi ve benim
açımdan oldukça faydalı oldu. Hazır yeri gelmişken bu konuda ben de fikirlerimi
paylaşayım dedim. Bu yazı vesilesiyle sadece fikirlerimi değil, bu yazının
sonunda kaynaklar kısmında belirttiğim, kütüphanemde bulunan ve bugüne kadar
konu ile ilgili okuduğum kitapları da panele katılanlara hediye ederek
paylaştım.
Yazar Cihan Aktaş’ın, uzun yıllar yaşadığı,
çeşitli yönlerini, özelliklerini önyargılardan, peşin hükümlerden uzak ve
içtenlikle ele aldığı, doğuda sınır komşumuz İran ile ilgili kitabına seçtiği
isim “Yakın Yabancı”. On yıl kadar önce okuduğum ve oldukça istifade ettiğim bu kitabında Aktaş, “kendi deneyim ve tanıklıklarının
yanı sıra İran’ın başlıca yazar ve düşünürlerinin görüşlerine de yer vererek,
ülkenin tarihsel ve kültürel kimliğini; bu farklılığın köklerini, gelişimini,
etkileşimlerini, devrimin gerçekleştiği 1979’dan günümüze geçirdiği büyük
serüveni” anlamaya ve anlatmaya çalışmış idi (1). Coğrafi olarak yakın
olmasına rağmen, tarihi, siyasi, mezhebi ve kültürel nedenlerle bize bir o
kadar da uzak olan İran, yüksek öğrenim yılları ile başlayan İslam’la ciddi
anlamda tanışıklığımdan sonra bile benim için de ‘yakın yabancı’ idi. Uzun süre
ilgimi çekmedi ve gündemime girmedi. Bu hâl, Ercümend Özkan’ın (r.a)
yayınladığı İktibas ile karşılaşıp dergide İran’la ilgili yazı, yorum ve
alıntıları okumaya başlayana dek sürdü ve sonrasında da konu ile ilgili
muhtelif kitaplar alıp okumama vesile ve sebep teşkil etti (2-10).
2008
yılında da bir hafta süreyle İran’ın bir kısmını gezip görmek nasip kısmet
oldu. Bu seyahat izlenimlerini kaleme de almıştım (11).
İran,
Irak ile olan savaşın bitimi ve İmam Humeyni’nin vefatından bugüne kadar, dünyada
olduğu gibi benim de, Batı ile özellikle ABD, onun bir eyaleti konumundaki
İsrail ve bir diğer himayesi altındaki işbirlikçisi Suudi Arabistan başta olmak
üzere Arap ülkeleri ile olan karşılıklı atışma ve tehditleri; uygulanan ekonomik
ambargo, şii hilali oluşturma ve nükleer silah üretme iddiaları ile gündemde
kaldı.
ABD
ve işbirlikçilerinin, nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilip devrimden bu yana
sürdürdükleri ekonomik ambargoyu tekrar ama bu sefer en ağır biçimde tekrar
yürürlüğe sokmak suretiyle İran’ı dize getirip teslim almaya çalıştıkları şu
günlerde ve devrimin 40. yılına girdiği bu zamanda İran konusu üzerinde tekrar
durmaya karar verdim. Şubat ayı içerisinde konu ile ilgili dört kitap daha okudum
(12-15).
Bu
kitaplardan gazeteci Taha Akyol’un “Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet”
adlı araştırma mahsulü olan kitapta, mezhep ve devlet ilişkisi, her iki komşu
ülkede tarihsel seyri içinde işlendiği gibi, günümüze kadar gelişen olaylar
değişik yönleriyle karşılaştırmalı bir şekilde irdelenmiş, çok önemli tespitler
ve sonuçlar ortaya konmuştur.
Kitapta
da değinildiği gibi, kanaatimce Osmanlı ve her ne kadar teoride maziye bir
sünger çekilip yeni bir başlangıç yapıldığı iddia edilse de pratikte onun
devamı olan Türkiye’de (Sünni anlayışın cari olduğu ülkelerin çoğunda da) din büyük
ekseriyetle devlete tabidir, devletin yedeğinde ve kontrolündedir. Din adamı
denilen fakat Batı’daki anlamıyla ruhban olmayan bu kesim geçimini din’den
sağlar ve devletin bir memurudur. Akademisyen bile olsa devletten bağımsız bir
ilmi hüviyeti yoktur. Şii anlayışın hakim olduğu İran’da ise (Şii anlayışın
cari olduğu ülkelerin çoğunda da) din kurumlaşması, hiyerarşisi ve iktisadi
açıdan devletten ayrı ve bağımsız olup Hz. Ali’den beri tarih boyunca süren bir
muhalefet geleneği mevcuttur. İran’daki devrim, Şia anlayışından kesinlikle
ayrı düşünülemez. Ulema fıkhi (hukuki) anlamda müçtehid oldukları gibi halkla
ayrılmaz ve sıkı bağları vardır. Sünni dünyada böyle bir gelenek yoktur. İşte
bu yüzdendir ki, Osmanlı’yı takiben ülkede kurulan yeni sistemde iktidarı, aynı
zamanda modernizmin (batılılaşmanın) taşıyıcısı ve ülkenin en örgütlü ve etkili
kurumu olan ordu devralmış, kendisi dışındaki kesimleri özerk / bağımsız, organize
ve kurumsal olmadıkları için kolaylıkla tasfiye edebilmiştir. İran’da ise
Osmanlı’dakinin tam tersi konumda olduğundan siyasi otoriteye karşı pozisyonunu
ve tavrını muhafaza edebilmiştir. Fakat yine de bu noktada ülkedeki beş büyük
Ayetullah’tan biri olan İmam Humeyni’nin mücadeleci, kararlı, tavizsiz ve nev’i
şahsına münhasır özellikleri, onu devrimin gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde
hayati derecede özel ve seçkin bir konuma sahip kılmıştır. Halkın içinden biri
olarak sade yaşantısı, mütevazi tavrı, derin ilmi, yıllarca acılarla ve
sürgünlerde geçen hayatı, feraset ve basireti kitlelerin desteğini almada
etkili ve önemli olmuştur. Humeyni her ne kadar Şia düşüncesinden ayrı
düşünülmese de O’nun Şia düşüncesine getirdiği yeni açılımlar, “siyaseti ibadet,
ibadeti siyaset” telakki eden İslami anlayışı, ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak
nitelemesi ve “ne Doğu ne Batı yalnızca İslam Cumhuriyeti” şiarı gelecek
zamanlara damga vuracak ve etkisini devam ettirecek niteliktedir.
İmam
Humeyni’nin Siyasi-ilahi?! Vasiyyeti ve İran İslam Cumhuriyeti Anayasası okunup
tetkik edildiğinde, Kur’an ve Rasulullah (a.s)’ın Sünneti’nden hareketle
hazırlanmaya çalışıldığı, ikisine atıf ve vurgu yapıldığı, buna hassasiyet
gösterildiği rahatlıkla görülmektedir (14, 15). Eleştiri konusu olan Şia
mezhebinin etkisi ise vardır ve bir yere kadar da normal olarak karşılanabilir.
Zira İran tarihi ve devrime giden süreç göz önüne alındığında, İmam’ın ve İran
toplumunun ana özelliği Şia olduğuna, devrimi yapanın da onlar olduğuna göre
bundan daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu Şia düşüncesini tümüyle olumlamayı
gerektirmez. Sadece İmam’ın ve İran halkının İslami yapısının, Şii oluşu
gerçeğini göz ardı etmemek demektir. Şia mezhebine ait hususlar bir kenara
bırakılırsa İran’da gerçekleşen inkılap İslamidir, olağanüstüdür, muhteşemdir, müslümanların
tarihinde (Hz. Peygamber (a.s) dönemi hariç) bir ilktir, eşi ve benzeri yoktur.
Ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, ne kadar görmemezlikten gelinmeye
çalışılırsa çalışılsın, ne kadar unutturulmaya ve yok edilmeye çalışılırsa
çalışılsın bu gerçek dün değişmedi, bugün ve yarın da değişmeyecektir.
Bu
bilgi ve tespitlerden sonra devrimden sonra 40 yılını geride bırakmış İran hakkındaki
görüş, eleştiri ve kanaatlerimi maddeler halinde sıralamak istiyorum.
1. İran’da
40 yıl önce gerçekleşen inkılap, Dünyanın ve İran’ın, İnsanlığın ve
Müslümanların bilgi, tecrübe ve ufuklarını tazeleme ve genişletme anlamında
faydalı olmuştur. Fransız ve Rus devrimlerinden sonra İran devrimi de her
ikisinden de farklı ve yeni özellikleri ile tarihteki kendine ait yerini
almıştır. İran’daki devrim, Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki Türkiye, Mısır,
Pakistan, Cezayir, Libya, Sudan ve diğer yerlerdeki değişimlerden oldukça farklı
ve özgündür. İran örneği ve tecrübesi üzerine tez, makale ve çalışmalar devam
etmeli, müspet veya menfi alınabilecek ve çıkarılabilecek dersler ilmi olarak
her yönüyle ortaya konulmalıdır. İran, dünyanın ve İslam topluluğunun (ümmetin)
önemli bir parçasıdır, üyesidir ve bu ilgi, araştırma ve incelemeyi fazlasıyla
hak etmektedir.
2. Uluslar
arası sisteme karşı çıkmak, iki kutuplu bir dünyada “Ne Batı (ABD, AB /
Kapitalizm) Ne Doğu (Sovyetler Birliği / Komünizm), Sadece İslam Cumhuriyeti
(Devleti)” diyebilmek çok zordur ve büyük bedeller ödemeyi gerektirir. Nitekim
getirdi de. İçerden devrimi çökertme ya da rayından çıkarma girişimleri, devrimin
önemli isimlerine suikastler, bütün etnik, mezhebi ve diğer farklılıkları
kullanarak kaos yaratma, ABD’nin Tabas çölü harekatı gibi askeri müdahaleler ve
daha nice oyun ve tuzak sahneye koyulurken dışarıdan da başka bir ülkeyi (Irak)
bir bahane ile işgale sevkederek devrim evinde boğulmaya ve yok edilmeye
çalışıldı. Ağır bedeller ödenerek hepsi atlatıldı. O gün bugündür de siyasi ve
ekonomik olarak baskı ve ambargo ile bu hedef gerçekleştirilmeye
çalışılmaktadır. İran’a her türlü eleştiriyi getirirken, bu açık gerçek
kesinlikle gözden ırak tutulmamalıdır. Zira Müslümanların yaşadığı coğrafyada
net biçimde ve devlet bazında ABD ve işbirlikçilerine karşı başka bir çıkış, meydan
okuma yoktur.
3. İran,
NATO üyesi bir ülke olmayıp, topraklarında bir başka yabancı ülkeye ait askeri
üsler yoktur. Darbe ve diğer şeytani işlerin planlanıp yürütüldüğü bir ABD
büyükelçiliği ve konsolosluğu da yoktur. Uluslar arası şirketlerin özelleştirme
ve yatırım adı altında çöreklendiği ve yağmaladığı bir ülke de değildir. Kapitalizmin
bütün araçları ile çekip çevirdiği, tüketime özendirip üretimi sekteye
uğrattığı, reklam ve kültürü ile toplumu ifsad etmeye çalıştığı bir ülke de
değildir. Emperyalistlerin yer altı ve yerüstü zenginliklerine el koyduğu, mali
ve askeri yardımlarla teslim alıp kuşattığı, hakimiyetleri altına alıp her
türlü kurallarını dikte ettiği bir ülke hiç değildir. Küresel kapitalizm
(emperyalizm, sömürgecilik) için bu günahlardan daha büyük günah olur mu? Dünyanın
başına Firavun kesilen ve rabb’lik, ilahlık; meliklik taslayan ABD ve tayfasına
kafa tutan, itiraz eden, etmeye cesaret edebilen Müslümanların yaşadığı bir
ikinci ülke var mıdır?
4. Müslümanların
yaşadığı ülkelerde yaşanmış ve hâlâ da yaşanmaya devam eden ciddi sorunlardan
biri de ülkedeki sistemin tek bir isimle özdeşleşmesi, nerdeyse eşitlenmesidir.
Bu kişi ister inkılap rehberi, ister devrim lideri, isterse kurucu bir isim
olsun ve ne kadar olağanüstü özelliklere sahip olursa olsun fark etmez. Bu
durum İran’da gerçekleşen inkılabın rehberi, kurucu lideri İmam Humeyni için de
geçerlidir. Humeyni’nin hayatı ve düşünce (inanç) dünyasının hata, yanlış ve
eksiklerden uzak olması aklen ve naklen mümkün değildir. Her ne kadar Şia
itikadında Oniki İmam’ın “mâsum” yani “hatadan beri ve sorumsuz” olduğu inancı
varsa da bu durum gerçeği değiştirmez. Bir insan ne kadar yetenekli, gayretli
ve donanımlı olursa olsun “hatadan beri” değildir. Nefsani davranabilir,
unutabilir ve yanılabilir, yaşadığı zaman ve mekan şartları sebebiyle yanlış
kararlar alabilir. Tarih boyunca şu rahatlıkla görülmüştür ki “put kıranlar”
da, kendilerinden sonra gelen izleyicileri tarafından “putlaştırılabilir”, yeni
bir put haline gelebilir, getirilebilirler. Bu sefer o toplumda her şey o
liderin (önderin, imamın) düşüncelerine göre ölçüp biçilir, doğru ve yanlış
belirlenir, nerdeyse tek kriter haline getirilir. Onun da bir insan olduğu,
yanılabileceği, yanıltılabileceği, döneminin şartlarıyla kuşatılmış olduğu,
bilgi ve tecrübe artışının, gelişmelerin onun vefatı ile durmadığı, hayatın her
açıdan olanca hızıyla aktığı unutulup gözden kaçırılır. Bu O’ndan sonra
gelenlerce iyi niyetle yapılabileceği gibi, daha çok da statükonun muhafazası
ve o sistemden memnun olup nemalananların işine gelen bir şeydir. Aslında bu
durum her ne kadar sistemi koruma amacı gütse ve sisteme sahiplenenlerin işine
de gelse, eşyanın tabiatına ve insan fıtratına aykırıdır. Öncelikle bütün
toplumun aklını, bir tek kişinin aklına mahkum ve mecbur etmek akli, nakli, ahlaki,
İslami, insani açıdan doğru ve tutarlı değildir. Bu aynı zamanda o toplumun
akledenlerine zulüm olup onları tahkir ve tezyif etmek anlamına gelir. Olması
gereken o kişiyi tarihte ait olduğu yere koyup, sevabı ve günahıyla
değerlendirip yola devam etmektir. Bunun aksi anormaldir, patolojiktir, ölü
seviciliktir, putlaştırmaktır, gericiliktir.
5. Bir
diğer iddia şudur, “devrimlerin ömrü, devrimci kuşakla sınırlıdır. Bugün İran’a
gitsek, devrimin esamisi yoktur”. Her ne kadar “devrimin esamisi yoktur”
iddiası abartılı olsa da, “devrimlerin ömrünün, devrimci kuşakla sınırlı”
olduğu bir yerde doğrudur ve belki de kaçınılmazdır. Zira devrim olağanüstü,
her şeyin alt üst olduğu bir kaos ve karmaşa halidir. Sürgit ve ilanihaye devam
etmez, edemez. Bir yerde durulması ve oturması gerekir. Bir şeyi yapmak ve
başarmak kadar, onu sağlıklı bir şekilde sürdürmek de bir o kadar önemlidir. Bunu
bir yerde evliliğe benzetebiliriz. Kişinin o güne kadar tek başına yaşadığı
hayatı, evlilikle beraber iki kişilik ve sonraları daha da kalabalık bir hale
inkılap edecek yani değişecektir. Evlilik öncesi heyecan, duygu ve romantizmin
yoğun olduğu bir dönemdir. Evlilik sürecindeki sorunlar bu halet-i ruhiye ile
aşılır. Nasıl olsa evlilikte keramet vardır, iki gönül bir olunca samanlık
seyran olur, aşk nelere kadir değildir filan diyerek bu iş tamamlanır, dünya
evine girilir. Girilir girilmesine de aynı evde yaşamanın getirdiği problemler,
geçim derdi, her iki tarafın aileleri, hayaller, yuvaya gelen minik misafirler
filan evlilik sonrası karşılaşılabilecek muhtelif gelişmelerdendir. Evliliği
kurmak kadar, onu sağlıklı bir şekilde yürütmek, rutin (gündelik, olağan)
işleri çekip çevirmek emek, sevgi ve sabır ister. Aşk, heyecan yerini sükunete,
huzura, tecrübeye, olgunluğa bırakmak durumundadır. Evlilik hayatında öncesinde
olduğu gibi sürgit her dem aşık olmak, heyecan duymak bir yere kadar teorik
olarak mümkünse de, pratikte pek de öyle değildir. Ama yine de her vesile ve
bahane ile bu sıcaklığı, canlılığı, dinamizmi evlilik sınırları içerisinde
sağlamaya çalışmak önemlidir. İran veya başka bir devrim gerçekleşmiş ülke,
bütün bu gerçeklerden azade değildir. Bu nedenle devrim sürecini ve sonrasında
kurulan devleti bir yerde ayrı ayrı da ele alabiliriz. Devrimi gerçekleştiren
kuşağın önemli bir kısmı, gerek devrim öncesinde eski rejim tarafından şehit
edildi, gerekse de devrim sonrası suikastler ve on yıl süren savaş nedeniyle
cephede şehid düştü. Ama yine de bütün bunlara rağmen devrimci kuşak kadar
olmasa da (ki bu mümkün de değil zaten), şu anki halkın ve yönetim kademesindekilerin
bu ruhu, bu heyecanı yeni kuşaklara mümkün olan çeşitli yol ve yöntemlerle
taşımaları, aktarmaları görevleridir, sorumluluklarıdır.
6. Devrim
sonrası İran’a özellikle menfi yaklaşımlardan birisi, belki de en önemlisi
mezhep konusu idi. İran’da bir devrim olması ve üstelik bu devrimin İslami
nitelikli olması, İran’da ve bölgede hakimiyet kurmuş, sömürgeci emelleri
doğrultusunda hareket eden ABD, İsrail ve diğer Arap işbirlikçi rejimleri
tarafından, devrimi ve İslami yönünü gizlemek, gözden düşürmek için mezhep
konusu özellikle öne çıkarılıp aleyhte kullanıldı. Bu şekilde statüko
korunmaya, bölgedeki devletlerin halklarının uyanmaması ve bu örnekten
etkilenmemesi sağlanmaya çalışıldı. Bu
yeni gelişmenin aleyhlerine ve çıkarlarına aykırı düştüğünün farkında olanların,
mezhep ayrılığını gündeme getirip devamlı bu hususa vurgu yapmaları, mezhep
ayrılığını körüklemeleri bir yerde anlaşılır bu durumdur. Fakat asıl
anlaşılmayan ve üzücü durum, müslümanım diyenlerin büyük kısmının bu oyuna
gelip tuzağa düşmeleridir. İmam Humeyni vefat edinceye kadar gücü yettiğince bu
konuda oldukça dikkatli ve hassas davrandı. Fakat onun da yapabileceği bir yere
kadardı. Yüzyıllarca bir diğerinden farklı ve muhalif iki mezhebin birbiri
hakkındaki önyargı ve kanaatlerini öyle bir çırpıda, kısa zamanda değiştirmek
elbette kolay değildir. “İran’ın İslam olduğu için Şii değil, Şii olduğu için
İslam olduğunu” düşünenler olduğu gibi, Şia’yı ‘dört hak mezhep”ten?! biri
saymayıp küfr ile itham edenler bile vardı. Tarih içinde ve Devrim’den sonra da,
gerek Sünni, gerekse de Şia, dönüp kendilerine bakacak ve düzeltecek yerde,
birbirlerinin kusurunu ayıbını aramakla meşgul oldular. Devrimin İran’da
gerçekleşmesinin mezhep açısından olumlu ve olumsuz sonuçları olduğunu
düşünüyorum. İran’a ve İslam’a düşman, emperyalist güçler için
kullanabilecekleri bir argüman olduğu kadar, Sünni dünyada Devrim’in hak ettiği
kadar etki yapmasının da önünde bir handikap teşkil etmesi olumsuz
sonuçlarından sayılabilir. Olumlu sonucu ise, Şia mezhebindeki muhalif ve
mücadeleci, devletten özerk ve dinamik yapı Devrim’in oluşmasına imkan ve
ihtimal verdi, yardımcı oldu. Ayrıca bu vesileyle Şia – Sünni mezheplerinin
tekrar gündeme gelmesine, kendilerini gözden geçirmeye ve bir ölçüde
yakınlaşmalarına da bir vesile oldu. İki mezhebin kendi yollarını, okullarını,
yaklaşımlarını bırakmaları tarihi seyir ve günümüz dünyası dikkate alındığında
teorik olarak hoş gözükse de pratik ve gerçekçi olmaktan uzaktır. Buradan
hareketle, geçen zaman içerisinde yaşanan tecrübelerden sonra, gerek İran’daki
devlet ve halkın, gerekse de Sünni anlayışın hakim olduğu devlet ve halklar
mezhep vakıasına değil, İslam’a vurgu yapıp onu ön plana çıkarmak için dikkatli
olmak ve incitici, yıkıcı, çatışmacı bir dil ve üslup kullanmaktan uzak
durmalıdırlar. Hoşgörü ve diyaloğu terk etmeyip zalimlerin, sömürgecilerin,
İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmemelidirler. Belki sloganik ve duygusal
olacak ama şunu bilmek durumundayız. “Şii ve Sünni Müslümanlar kardeştir;
Onları düşman yapan ve çatıştıran kalleştir”.
7. Müslümanların
yaşadığı coğrafyadaki fay hatlarından biri de milliyetçilik ve ulusalcılıktır.
Tarih boyunca Türk ve Kürt, Arap ve Acem (Fars) veya başka başka etnik
farklılıklar İslam düşmanlarının, emperyalistlerin elinde bir koz olmaya devam
etmiştir. Ve ne yazık ki bu fırsatı da çoğu zaman Müslümanım diyenler
vermiştir. Allah’ın son elçisinin geldiği zaman ve mekanda, kabilecilik büyük
bir sorun oluştururken, İslam’la bu büyük ölçüde halledilmiş ve İslam sancağı
altında birlik sağlanmışken, o’nun vefatını takiben otuz yıl içinde tekrar soy
sop, kabile asabiyeti dirilmiş ve bu birliği bozmuştur. Son birlik Türklerin
ana unsur olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda öyle ya da böyle yüzyıllarca
sağlandı. Moğol ve Haçlı saldırıları atlatıldı. Fakat Osmanlı dağılıp 20’yi
aşkın devlet peydah olduktan sonra bir türlü bu coğrafyada kan, gözyaşı, darbe,
sömürü ve yağma dinmedi. Hâlâ da bütün hızıyla sürüyor. Emperyalist blok ve
işbirlikçileri tarafından bu bölünmüşlük ve parçalanmışlık daha da arttırılmaya
çalışılıyor. Bu anlamda İran devrimi bir fırsat doğurmuş idi. Fakat Batı ve
hempaları, devrimi içerde boğamayınca dışarıdan Irak’ı saldırtarak ve O’na her
türlü para ve silah desteği vererek, kimyasal silah kullanmasına bile yeşil
ışık yakarak ve hatta onun yanında bizzat savaşa girerek, İran yolcu uçağını
bile ‘yanlışlıkla oldu’ diyerek düşürmeye varana dek her türlü insanlık dışı
vahşi ve acımasız yöntemleri kullanarak dışarıdan yıkmaya çalıştılar. Bu da
olmayınca siyasi ve ekonomik ambargo ile de nefes aldırmayarak İran’ı
sınırlarına hapsetmeye çalıştılar. Komşu ülke Türkiye’de 12 Eylül NATO (ABD)
askeri darbesi yapılıp Turgut Özal eliyle ılımlı İslam?!, Afganistan’a da Sovyetler
Birliği’nin girmesine yeşil ışık yakılıp yeşil kuşak projesi uygulanmaya
başlandı. Bunlar da yetmedi, ABD, Saddam’ın Kuveyt’i ilhakına yeşil ışık yakıp
sonra da ortalığı ayağa kaldırıp bu bahaneyle Irak’ı bizzat işgal edip Körfez’e
yerleşti. Afganistan, 11 Eylül bahanesiyle bu sefer de NATO (aslında ABD)
işgaline maruz kaldı ve halen de devam ediyor. Libya’yı NATO marifetiyle işgal
ettiler. Yemen’de ABD desteğinde Suudi Amerika ve Birleşik Amerika Emirlikleri
ve diğer ufak tefek zavallı Arap devletçikleri marifetiyle saldırı, yıkım ve
katliama giriştiler. Mısır’da kıdemli uşak Mübarek’i tasfiye edip yerine darbe
ile yeni uşak Sisi’yi oturttular. En son Suriye’yi NATO ve işbirlikçi Arap
Devletleri (özellikle Suudi Amerika ve Birleşik Amerika Emirlikleri)
sponsorluğunda silahlandırdıkları terörist örgütler eliyle destabilize edip
terörle mücadele bahanesiyle askeri üsler kurup Kürtlerin hamiliğine soyundular.
Fakat İran, Hizbullah ve Rusya bu oyunu bozdu. Sonradan Türkiye de bu cepheye
katıldı. İşte şimdi oyunun son perdesine geliyoruz. ABD tek taraflı olarak İran
ile varılan nükleer anlaşmadan çekilip, BM ve Güvenlik Konseyi’nin 4+1
üyelerine ittir çekerek, tarihin en büyük ambargosunu İran’a karşı uygulamaya
başladı. Bir yandan da kendi başkanlığında Arap NATO’sunu kurmaya çalışıyor.
Polonya’da İran karşıtı Ortadoğu zirvesi düzenleyerek planlar kurarken, uşağı
katil Suudi Amerika veliahtı Selman da İran’a karşı blokta yer almaları,
İran’la ilişkilerini kesmeleri için Pakistan, Hindistan ve Çin’i ziyaret ederek
yatırım vaadi yaptı (pardon rüşvet dağıttı). Son olarak Afganistan’da da
Taliban’la masaya oturup anlaşarak İran karşıtı cephede yer almasına çalışılıyor.
Tabir-i caizse ABD liderliğindeki emperyalist uluslararası blok, her yol ve
yöntemle, herkesi ve her şeyi kullanarak İran’ı teslim almaya, diz çöktürmeye
çalışıyor. Hesaplarına göre İran bir yıkılsa, İran’daki rejim Şah Rıza
zamanındaki pozisyonuna dönse her şey tamam olacak. O zaman ABD, AB, İsrail,
işbirlikçi Arap rejimleri rahat bir nefes alacak, zalimler ve sömürgeciler için
Ortadoğu ve Dünya dikensiz bir gül bahçesi olacak, çöpsüz üzüm olacak, kesin
zaferlerini ilan edecekler. Yemen bunun için yıkılıp yakılıyor, Lübnan
Hizbullah’ı bunun için terör listesine alınıyor, Hamas ve Filistin bunun için
ilgisizlik ve yokluğa mahkum ediliyor, Suriye bunun için harabeye çevrildi.
İran önlerindeki son engel, ele geçirilmedik son kale olarak görüldüğü için
dünya başına yıkılıyor. Yoksa ne İran’ın Şiiliği, ne Molla’ların yönetimde
olması, ne Şeriat’ın uygulanması, ne Batı’nın savunduğunu ifade ettiği
demokratik insan hakları ve özgürlükler, ne de başka bir şey umurlarında değil.
İran bir teslim bayrağı çeksin, ABD’nin kucağına bir otursun, ABD ve Batı’ya
istediklerini versin, uluslar arası şirketlere bütün ülkeyi peşkeş çeksin,
petrolünü yağmalatmaya razı olsun, İsrail’i tanıyıp sırtını Filistin’e bir dönsün,
dünyanın jandarması ve mafya babası ABD’nin elini bir öpsün, hiç ama hiçbir
sorun kalmaz. Bütün bunları görmek ve bilmek için biraz feraset, biraz basiret
yeter de artar bile. Velev ki İran bölündü, işgal edildi, teslim alındı.
Onların hesapları, planları, tuzakları tuttu. Ama unuttukları bir şey var ki o
da Allah’ın Hesabı. Bütün hesapları, planları, tuzakları bozar O’nun dilemesi
ve yardımı. Dünya küfr ile ayakta durur da, zulüm ile asla durmaz. Bütün
eksiklerine, hatalarına, yanlışlarına rağmen inancımız gereği, zalime karşı ve
mazlumdan yana durma düsturumuz gereği, komşumuz ve ümmetin bir parçası olan
İran’ın siyasi olarak yanında durmamız, onlar İslam’ın ve Müslümanların yanında
durduğu sürece vaciptir.
8. İran’da
halkın katılımı açısından tarihin kaydettiği en yüksek katılımlı bir devrim
yaşanmasına rağmen, halkın büyük bedeller ödemesine ve devrimden beri kırk yıl
süren ve şimdilerde daha da ağırlaşan ambargo yüzünden türlü sıkıntılara katlanmasına rağmen, velayet-i fakih kurumu
ihdas edilerek kayd-ı hayat şartıyla (halihazırdaki rehber seyyid ali hameney,
tam 30 yıldır ülkeyi yönetiyor) rehberiyet makamının olmasının bir tezat teşkil
ettiği kanaatindeyim. Bütün önemli yetkiler sorumlu tutulamayan ve masum olduğu
inancı olan rehber’in uhdesinde ama sorarsanız ülkeyi cumhurbaşkanı yönetiyor. Davul
seçimle gelen ve halka hesap vermekle yükümlü cumhurbaşkanının boynunda ama tokmak
rehberin elinde. Aslına bakılırsa bu hal, Türkiye’deki kurulduğundan beri haklı
olarak şikayet konusu olan askeri vesayet yönetiminin bir başka versiyonu,
İrancası. Rejimin sürgit iç ve dış tehlike altında olduğunu söyleyerek, beka
sorunu var diyerek ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olabilirsiniz ki? Nasıl bir
insanın hayatını tehdit edecek boyutta solunum ve dolaşım problemi acil, geçici
ve arızi bir durumsa, öncelik hastayı hayatta tutmak ve sonrasında da olayın
nedenlerine eğilip sağlığına kavuşmasını sağlamak ve idame ettirmekse, bir
rejim, bir sistem, bir devlet sürgit hayati tehdit altındaki bir hasta gibi
davranamaz ve devam edemez. Devrim hayati tehlikeleri atlatıp düze çıkınca
hızla sorunlarını, hastalık nedenlerini tespit ve çözmekle mükelleftir. İran’ın
bu anlamda rejim olarak ayakta dursa da çok da başarılı olduğunu
söyleyemeyeceğim.
9. Aslında
İran’ın ekonomik (elbette ambargo görmemezlikten gelinemez), siyasi, hukuki ve
sosyal açıdan karşılaştığı problemleri aşıp başarılı ve örnek bir model
oluşturamaması bir vakıa ise de bu sadece onlara has bir durum olarak görülüp
beceriksizliklerine bağlanamaz. Bu müslümanım diyenlerin, İslam aleminin, İslam
anlayışının genel ve yaygın bir problemidir. İran’da Şia düşüncesinde bazı
açılım ve içtihadlar olmuş, devrim geçekleşmişse de, “düşüncede devrim”
maalesef tam anlamıyla gerçekleşmemiş, gerçekleştirilememiştir. Sosyolog Dr.
Ali Şeriati, Ayetullah Mutahhari ve Ayetullah Talegani gibi birçok aydın ve
müçtehidler, en verimli oldukları ve olabilecekleri çağda suikastlere uğrayarak
şehid edilmişler, on yıl kadar süren savaş nedeniyle de devrimin evlatları
cephede hayatını yitirmiş, bir kısım insan da devrim sonrası süreçteki iç
çekişmelerde heba olup gitmiştir. Devrimden sonraki dönemde ve bugüne kadar birçok
İranlı aydın, sanatçı, akademisyen ve nitelikli insanlar maalesef çeşitli
sebeplerle ülke dışına çıkmış, iltica etmiş, başka ülkelerde iş ve aş bulmuştur.
Bütün bu nitelikli, meslek sahibi ve yüksek tahsilli insanları rejim karşıtı
(zıdd-ı inkilabi), hain, işbirlikçi ve kötü olarak görmek, göstermek doğru
olmadığı gibi gerçekçi de değildir. Keşke İran bu insanlar için cazip ve bütün
birikim, yetenek ve enerjilerini sergileyebilecekleri bir atmosfer oluşturabilse
idi. Maalesef bu yeterli ve istenilen düzeyde gerçekleştirilemedi. Yine ikrar
ve insaf etmek gerekir ki bu nahoş durum yalnız İran’ın değil, bütün İslam
coğrafyasında ve halkıyla bütünleşmemiş, adaletli gelir dağılımını
sağlayamamış, ülkenin kaynaklarını akıllı ve verimli kullanmayan, insanlarının
memnuniyetlerini sağlayamayan ve istikrarlı olmayan bütün ülkelerde genel bir
tablodur.
10. İran’da devrim sonrası demokratik hak ve
hürriyetlerin olmadığı eleştiri ve suçlamasının da çok haklı ve yerinde
olmadığı kanaatindeyim. Bu soru ancak demokrasi iddiası ve vurgusu olan
rejimlere yöneltilebilir. (İnsan) Hak ve özgürlüklerinin tanımının ve
çerçevesinin demokrasi tarafından belirlendiği ve çizildiği bir sistem
iddiasında olanlara niçin dini (İslami), sosyalist ve faşist olmadıkları
sorulamaz ve ancak anti-demokratik uygulamaları nedeniyle eleştiri
yöneltilebilirse, İslam devrimi yaptığını söyleyen bir sisteme de ancak
uygulamalarının İslam’a uygun olup olmadığı noktasında eleştiri
yöneltebilirsiniz. Bu durum başka başka rejimlerle yönetilen diğer ülkeler için
de geçerlidir. Söylem ve iddianız ne ise, size ancak o konuda soru ve eleştiri
yapılabilir. Nasıl bir erkeğe kadın, kadına da niçin erkek gibi davranmadığı
için eleştiri yöneltilemezse, bu ideoloji için de geçerlidir.
11. İran’da
2500 yıllık monarşi ve Şah’ın keyfi, baskıcı ve sorumsuz yönetimi, ulema
önderliğindeki halkın katılımı ile yıkılınca, Şia renkli olsa da temelinde ve
özünde İslami nitelikli devrimin, akabinde halka yani devrime katılan tüm
kesimlere bir rahatlama, nefes alma ve özgürlük alanı açması beklenir ve
gerekirdi. Elbette her devrim sırası ve sonrasında olduğu gibi, birtakım
istenmeyen ve aşırılık ifade eden hadiselerin olması, devrime çeşitli amaçlarla
katılmış, iştirak etmiş, omuz vermiş kesimlerin kendi aralarında az veya çok
hakimiyet mücadelesi vermesi beklenen bir durumdur. Bütün bu riskli ve
tehlikeli durumlar ne kadar az olur ve olabildiğince erken atlatılırsa o kadar
iyi olur, devrim sağlıklı bir mecraya girer diye düşünülebilir. Bütün bunlar
yaşandı, hatta çok acı biçimde yaşandı, savaş bir ölçüde bu dahildeki güç,
iktidar mücadelesini büyük ölçüde bitirdi, ortak düşmana (Irak) karşı farklı
kesimleri birleştirdi, büyük kayıp ve yıkım getirmesine rağmen savaşın böyle
bir faydası olduğu da bir vakıadır. Ulusalcı (milliyetçi), Demokratik ve
Sosyalist kesimler bu iktidar mücadelesini kaybetti. Beni Sadr, Mehdi Bazargan
gibi isimlerin başını çektiği demokratik, ulusalcı kesimler ve sosyalist Halkın
Mücahidleri kesimleri tasfiye edildi. İslami Cumhuriyet Partisi etrafında
toplanan ulema (molla) ve İslami kesim bu iktidar mücadelesinden galip çıktı. Silahlı
mücadele yani şiddet yöntemini tercih eden Halkın Mücahidleri ve Halkın
Fedaileri gibi sol örgütlerin yaklaşımı elbette onaylanamaz ve kabul
edilemezdi. Fakat şiddet yöntemini benimsemeyip parti (örgütlü, organize) yolla
yönetime katılma talebi olan tüm kesimler, kendilerini meşru biçimde temsil
hakkı bulabilmeli idi. Tek Parti (Cumhuri İslami) İran’daki toplumun tüm
kesimlerini temsil etmekten uzaktır. İran halkının tüm özlemleri ve
beklentileri Meclis’e yansıtılabilmeli ve katılım sağlanabilmeli idi. Bir
ölçüde bu başarılsa bile istenilen seviyede ve boyutta olmadığını düşünüyorum.
Daha önce de değindiğim gibi bu durum yalnız İran’ın değil, Müslümanların
yaşadığı ülkelerin, coğrafyanın sorunudur. Evet kapitalizmin ürünü olan
laik-demokratik-liberal ideolojinin insanı, toplumu ve tabiatı ifsad etmesine
izin verilmemeli, zenginliğin belirli bir grubun (ailelerin, şirketlerin veya
başkalarının) elinde toplanmasına göz yumulmamalı fakat şu an olduğu gibi
ekonominin büyük ölçüde vakıflar eliyle mollaların ve devrim muhafızlarının
elinde olmasına da engel olunmalı idi. Bunu söylerken bu sorunun benzerlerinin
sadece İran’da değil, diğer halkının çoğunun Müslüman olduğu ülkelerde de
olduğunu ve Müslümanların ekonomide banka, sigorta, faiz ve daha birçok sorunun
çözümünde çok da başarılı olamadıklarını, uluslar arası kapitalizme, modernizme,
Batı’ya (ve Doğu’ya) meydan okuyucu alternatif ya da özgün bir model
üretemediklerini de not etmek lazım. Ekonomideki bu başarısızlık, siyasi,
sosyal ve diğer alanlarda da geçerlidir.
12. İran
denilince birçok kişinin aklına gelen ve eleştiri konusu yapılan alanlardan
biri de kılık kıyafet daha doğrusu kadınların zorunlu olarak başörtüsü takma
konusudur. Bu konu İran’ın komşusu ülkemizde de Osmanlı’nın son yıllarında
başlayan ve Cumhuriyet Türkiyesi ile resmi nitelik kazanan, halkın devlet
tarafından kılık kıyafetinin, giyim kuşamının, gardrobunun belirlenmesi
şeklinde cereyan etmiştir. İşin tuhaf tarafı Türkiye’de devlet zoru (sopası)
ile gerçekleştirilen ve büyük ölçüde başarıya ulaşan bu konuya, Şah’ın da el
atmasına rağmen girişiminin akamete uğramasıdır. Türkiye, kurulduğu yıllarda
her konuda olmasa bile kılık kıyafet konusunda Şah dönemi İran’ına, Afganistan’a
ve daha birçok ülkeye esin kaynağı volmayı becerebilmiştir. Türkiye’de
Cumhuriyet ilanı sonrası resmi nitelik kazanan ve bir devlet politikası haline
getirilen, kanunlarla (hem de devrim kanunları) zorunlu hale getirilen ve
korunmaya çalışılan şapka dahil tepeden tırnağa ülke insanını Batılı ve
modernize bir görünüme kavuşturma çabası “gerektiğinde kelleler pahasına”
gerçekleştirilmiştir. Aslında kapitalizmin tam da işine gelen bu uygulama kendi
haline, seyrine bırakılsa idi şayet, zaten zaman içinde gerçekleşecek, su yolunu
bulacaktı. Zira ülkenin yönünü, rotasını AB (eski – birinci dünya) ve ABD (yeni
– ikinci dünya)’ye doğru çevirdiğinizde bu gidişat ve sonuç, üçüncü dünya
ülkesi olarak kaçınılmazdır. Birinci Dünya (Emperyalistler arası paylaşım)
Savaşı sonrası kurulan, tek parti, tek adam ile yol alan Türkiye, ikinci
emperyalistler arası savaş sonrası iç ve dış faktörlerin etkisi ile çok partili
hayata geçmiş, hakim ve vasi konumundaki ordunun zaman zaman iç gelişmeler
(bahaneler) ve ait olduğu bloktaki patronunun (özgür dünyanın efendisi ABD)
isteği ve yardımı ile sistem her defasında ihtiyaca göre yeniden revize
edilmiş, en son darbe olan 12 Eylül sonrasında da kapitalizme ve uluslar arası
sisteme entegrasyon süreci başlamıştır. 28 Şubat sürecinde de
laik-demokratik-kapitalist sisteme balans ayarı yapılmıştır. Akabinde ve
detayında da yeni iç ve dış gelişmeler ve ihtiyaçlar doğrultusunda muhafazakâr
(dindar) demokrat bir parti eliyle, halkın sistemle kaynaştırılması büyük
ölçüde sağlanmıştır. Kapitalizmin (uluslararası emperyalizmin) elinde ve
tekelindeki enformasyon araçları ile zihinlerimizin şekillendirildiği,
algılarımızla oynandığı, moda ve marka yoluyla kılık kıyafetimizin belirlendiği
bir çağda, kılık kıyafet tartışma konusu olmaktan çıkarıldı. Kurulduğundan beri
bir türlü bitip tükenmeyen kılık kıyafet konusu hemen hemen büyük ölçüde bitirildi,
normalleşme sağlandı. Neredeyse yüzyılı aşan ve yaşanan onca şeyden sonra Türkiye’nin
bu noktada şu an halkı Müslüman olan ülkeler içinde bu konuda en rahat, normal
ve doğru yolda olduğu kanaatindeyim. Elbette kılık kıyafet konusunda eksikler,
fazlalıklar, yanlışlıklar var ama konunun devlet ve halk bazında uzlaşma, hoşgörü
ve anlayış çerçevesinde büyük ölçüde çözüldüğünü düşünüyorum. Kılık kıyafet
noktasında kadınlara yönelik baskıcı ve ayar verme girişimlerinin devletin
üzerine vazife olmadığı kanaatindeyim. Kılık kıyafet, giyim kuşam konusu en
baştan beri halka bırakılmış olsa ve doğal mecrasını izlese idi, bugüne kadar
yaşanan acıların, mağduriyetlerin çoğu yaşanmaz, konu kendiliğinden hallolurdu.
Ama kadın ve kılık kıyafet üzerinden siyaset ve iktidar mücadelesi yapmak,
özellikle güç ve iktidar devşirmek isteyen kişi ve kesimlerin işine geldi.
Elbette kılık kıyafet konusunda geleneksel ve dindar kesimde de aşırı, bağnaz
ve tutucu kesimler olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Ama devletle
kıyaslandığında onların etkisi ve verdiği zarar daha azdır. Buradan hareketle
İslami ölçülere, ilkelere uygun bir siyasi rejimde de kılık kıyafet
serbestisinin olması gerektiğini düşünüyorum. Kimin başına hangi başlığı
takacağı ya da takmayacağı, neyle ve nasıl örteceği devletin kanunlarla
belirleyeceği ve denetleyeceği bir alan değildir, üzerine vazife de değildir.
Toplum bu ve birçok konuyu kendi arasında uhuletle ve suhuletle halleder,
halletmeli diye düşünüyorum. Kamu görevlisi dahi olsa hiçbir erkek şapka
giymeye, kravat takmaya zorlanamayacağı gibi hiçbir kadın da başörtüsü takmaya
ya da çıkarmaya zorlanamaz, mecbur tutulamaz. Bu her alanda ve herkes için
böyledir. Ne yazık ki İran, devrim sonrası bunu başaramadı, gerçekleştiremedi. Gereksiz
yere kendi insanını üzdü, yordu, trajikokomik hallere düşürdü, ülkeden kaçırttı
ve içerdekileri de huzursuz ve mutsuz kıldı. Kadınlardan da olsa “ahlak
polisleri” oluşturup kadınları rahatsız etmek, hapis ve para cezalarına mahkum
etmek, saçmalıktan başka nedir? Erkeklerin sakal bırakmamasının, kravat takmasının
ya da kısa kollu gömlekler giymesinin hoş karşılanmamasını anlamak da mümkün
değildir. Bu konular topluma bırakılmalı idi. İran’da devletin onca uğraşacağı ve
çözüm bekleyen önemli ve hayati sorunlar varken, bu tür yapay sorun ve
gündemlerle vakit ve enerji kaybetmesini anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Hiç
unutmuyorum, İran’ı gezerken Tahran’da bir masum ya da masumenin?! türbesini
görmek, ziyaret etmek istediğimizde eşim, İslami tarzda bir örtülü (tesettürlü,
baş örtülü) bir kişi olmasına rağmen oradaki bayanlar bunu yeterli görmediler, siyah
çarşaf ya da onların geleneksel dış giysisi olan çador’u verip giymesini
istediler. İran’ın bu noktada (aslında birçok nokta var da) yani kılık kıyafet
noktasında artık İslami ve insani olmayan yasakçı zihniyete ve uygulamalara son
vermesi, değişikliğe (inkılaba) gitmesi dileğim ve arzumdur.
13. İran’da
devlet yönetiminin ulema (fakihler, müçtehidler, mollalar) elinde ve
kontrolünde olduğu bilinen bir gerçektir. İran ve Şia tarihi boyunca Şahlık
yönetiminde bile ayrı, özerk (ilmi, hukuki ve iktisadi) ve etkisi güçlü olan,
halkla iç içe ve kuvvetli bağları olan ulemanın, Ayetullah Humeyni şahsında
devrime önderlik yaptığı da bilinen bir gerçektir. Bu durum hem İslami ve milli
sorumluluk, hem de Şah zamanında kendi konumlarının tehlikeye düşmesi ve
iktidar ortağı ya da bizzat iktidar olarak kendi çıkarlarını korumaya çalışmak
çabası olarak da düşünülebilir. Aynı şekilde İran’ın komşusu olan ülkemizde de
daha önce Sultan’ın (Padişah’ın) elinde olan gücün, ülke içi ve dünyadaki
gelişmeler sonucu bir Osmanlı Paşası olan Mustafa Kemal’in şahsında
kurucu-kurtarıcı olarak önderlik yaptığı Ordu’nun eline geçtiği de bilinen bir
gerçektir. Ordu da kendi konumunu korumuş, sağlamlaştırmış ve sahne gerisinde
rejimin koruyucu ve kollayıcısı olarak duruma vaziyet etmiş, gelişmelerin
kontrolünden çıktığını düşündüğünde ve yeni bir düzenleme ihtiyacı
hissettiğinde de durumdan vazife çıkarıp darbe ve muhtıra yoluyla ülke
yönetimine el koymuş, sahneye çıkmıştır. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelere göre
yapmayı düşündüğü düzenlemeleri yaptığında ise tekrar kışlasına dönmüş ve
uzaktan takip ve kontrolünü yapmaya devam etmiştir. Ordu (TSK), her ne kadar
halkın bağrından çıktığını ve insan kaynağını halktan devşirdiği insanlardan
oluştursa da, halkla iç içe olmayıp kendi içinde ayrı ve müstakil bir dünya
kurmuştu. Fakat son on yılda ve özellikle 15 Temmuz sonrası bu ahval ve
şeraitte ciddi, hatta radikal denilen değişiklikler olmuş, insiyatif yavaş
yavaş sivil iktidarın eline doğru yer değiştirmiştir. Bu elbette olması gereken
ve olumlu yönde bir gelişim ve değişimdir. Bir ülkenin yönetiminin sadece bir
sınıfın, grubun, kesimin, kurumun elinde ve kontrolünde olması normal ve
sağlıklı bir durum değildir. Her ne kadar İran’da ulema (mollalar, din
adamları), Türkiye’de askerler (TSK, ordu) ülkeyi monarşiden, şahlık ve
sultanlıktan, soya dayalı hanedan yönetiminden cumhuriyete taşımışsa da, bu
sefer kendilerinin sahnede, etkili ve kontrollerinde olduğu bir yönetim
oluşturulmuştur. Tabir-i caizse “bal tutan parmağını yalamış”, ülkenin
imkanları, kaynakları, zenginliklerinin önemli bir kısmı bu grupların eline
geçmiştir. Bir yerde tam olarak karşılamasa da bu yönetimleri teokrasi ve
militarizm olarak nitelendirebiliriz. Halbuki cumhuriyet yönetiminde aslolan
cumhurun belli bir kesiminin değil, bütün kesimlerinin yönetime katılması,
mecliste yer alarak yönetimde temsil edilip rol almalarıdır. Ülke bir şirket
olmadığı ve işi yönetim olan profesyonel yöneticiler tarafından
yönetilemeyeceği, yönetilmemesi gerektiği gibi sadece bir kesimin elinde de
olmalıdır. Elbette İran’da, Türkiye’de veya başka bir ülkedeki Cumhuriyette,
diğer toplum kesimleri gibi askerler ve din adamları da yönetimde yer alabilir,
katılıp katkıda bulunabilir. Klasik Batı siyaset literatüründe olduğu gibi bu
kesimleri siyaset dışı ilan etmek, siyasette yer vermemek çok da doğru ve
gerçekçi değildir. Fakat bu iki kesimden birinin elindeki din gücünü, diğerinin
de elindeki silahı kullanmaları, halka doğrultmaları ve zor kullanmaları asla kabul
edilemez. Elbette bu durumda işin içine halkın kaynakları ile temin edilmiş ve
ülkeyi dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korumakla yükümlü ordunun
elindeki silahı içeride halka ve halkın seçtiği insanlara yöneltmesi daha
ahlaksızca bir tecavüz olup asla kabul edilemez, haklı ve meşru bir gerekçesi de
yoktur. Ama Osmanlı ve Türkiye tarihine bakıldığında bu yanlışın, zulmün
onlarca, yüzlerce örneği mevcuttur. Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında ilk
mecliste toplumun bütün kesim ve temsilcilerinin katılımı ile bir meclis
oluşmuş ve bir şans yakalanmıştı. Fakat bu kısa sürdü, bu şans ve imkan
değerlendirilemedi, fırsat kaçırıldı. Ortaya askeri ağırlıklı, tek bir kişi ve
onun seçtiği bir meclis?!ten oluşan bonapartist bir yönetim çıktı. Bazı
sorunlar belki çözüldü ama etkisi uzun sürecek ve ileride çözümü zorlaşacak
daha büyük sorunlar yaratıldı. İran’da da aynı şekilde ulema, halktaki etki ve
nüfuzunu kullanarak ve halkın da yoğun katılımı ile gerçekleşen devrime
önderlik etmişse de, devrimden sonra da yönetimdeki ağırlığını pekiştirmiş ve
velayet-i fakih (vesayet-i fakih diye de okuyabilirsiniz) yöntemi ile pozisyonunu
anayasal güvence altına da almıştır. Türkiye’de ise vesayet, sistemin
kurucu-kurtarıcı ve koruyucu-kollayıcı ordu tarafından darbeler ve darbe
sonrası anayasa ve ona bağlı kurumlar eliyle sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki
halkın doğrudan katılımı olmayan ve daha çok askerlerin ve onlarla birlikte hareket
eden küçük bir elit kesimin eşlik ettiği bürokratik devrim; jakoben, tepeden
inme, halk için halka rağmen, onların iyiliği iddiasında olduğu için, halka bu
güvensizlik ve vesayet bir yere kadar anlaşılır bir şeydir. Fakat İran için bu
vesayeti anlamak mümkün değildir ve kanaatimce halihazırda İran’ın yaşadığı
sorunların en başında bu gelmektedir. Bu noktada Türkiye’nin acı, uzun ve zorlu
da olsa geçmişe nazaran ve İran’a göre daha iyi ve olumlu bir konumda olduğunu
söyleyebilirim.
14. Devleti,
bir toplumun en küçük birimi olan aileye benzetirsek, aile, bir kadın ve
erkeğin severek ve isteyerek kurduğu bir müessesedir. Evlilik sonrası da sevgi,
saygı ve anlayışa bağlı olarak, hak ve sorumluluklar karşılıklı üstlenilir.
Maddi imkanlar ve karşılaşılan sıkıntılar beraberce bölüşülüp halledilir. Bu
evlilikte taraflardan en az biri memnun değilse ve aradığını bulamıyorsa, bu
evliliğin sürmesi, mutluluk ve huzurun sağlanması mümkün değildir. Aynı şekilde
İran olsun, Türkiye olsun veya başka bir halkın katılımının ve desteğinin esas
alındığı Cumhuriyet’le yönetilen bir ülke (sistem, devlet) olsun; halkın bütün
kesimlerini, farklılıklarını (etnik, siyasi, dini, mezhebi ve diğer) dikkate
alan, birbirleri ile ve devletle barış içinde yaşamalarına özen gösteren;
yönetimden bağımsız, adil bir yargı; dürüst ve adil bir seçimle gelip giden bir
yönetim yapısı; ülke gelir ve kaynaklarının adil bir biçimde bölüşülüp tüm tabana
yayılması; hesap verebilir ve sorulabilir bir hükümet yapısı ve halkın tüm
kesimlerinin adil biçimde temsil imkanı olduğu bir meclis için devlet ve
toplumun her ferdi kendi üzerine düşeni yapmak ve çalışmak durumundadır. Halkın
bir kesimini öteki, düşman, hain, işbirlikçi görmek ve göstermek barış ve
huzura hizmet etmez, tam tersi kargaşa ve kaos oluşturur. Ülkedeki bütün insan
ve diğer tüm kaynakları, potansiyeli, enerjisi harekete geçirilmeli, emek ve
ürün gerçek değerini bulmalıdır. Ülkenin yer altı ve yer üstü servetleri
değerlendirilmeli ve bir kesimin değil olabildiğince bütün toplumun
istifadesine sunulmalıdır. Fikrin ifade hürriyeti olabildiğince sonuna kadar
sağlanmalıdır, bunun önündeki engel ve yasaklar kaldırılmalı, soruşturma,
kovuşturma ve cezaya mahal verilmemelidir. Toplumsal mutabakat ve huzur başka
türlü sağlanamaz. Bir kesimi yok kabul eder veya şeytanlaştıramazsınız. Sürgit
öfke, nefret ve öfke dilini tercih edemezsiniz. Bir kişinin veya bir grubun
bütün düşünce ve kanaatlerini, bütün topluma herkesin uyması gereken kurallar
olarak dayatamazsınız. Eleştirilemeyen, sorgulanamayan ve hesap vermeyen bir
kişi ve kurum olamaz. Velhasıl ülkedeki herkes, o ülkede aradığını bulabilmeli,
canı, malı ve ırzı emniyet altında olmalıdır. Yarına güvenle bakabilmeli,
ülkesine aidiyet duygusu taşıyabilmeli, mutlu ve huzurlu olabilmelidir. Bu İran
için de, Türkiye için de, müslümanların yaşadığı coğrafya ve tüm dünya için de
böyledir.
15. Başkasını
konuşmak ve eleştirmek elbette kolaydır. Bir başka ülkeyi eleştirmek ve o
ülkede olup biten hakkında kanaat belirtmek sorun teşkil etmeyebilir. Fakat
ilginç ve dikkati çeken husus, İran’ı devrimin 40. yılında konuşurken bu
vesileyle ve bahaneyle aslında kendimizi, sorunlarımızı ve doğruları da
(elbette benim zaviyemden) konuşmuş olduk. Elbette konuyu her açıdan ve her
yönüyle tam olarak değerlendir-e-medik. Zira bu hem bu yazının boyutunu, hem
sizin sabrınızı ve hem de benim kapasitemi aşan, zorlayan bir durumdur. Bu
yazıda serdedilen düşünceler benim kanaatlerimdir. Elbette eksik, yanlış ve
çelişkili yönler bulunabilir. Şu an için elimden gelenin en iyisi budur.
Elbette bu görüşlerim zaman içinde yeni bilgi, belge ve gözlemler sonucunda
aynen kalabilir ya da kısmen ya da tümden değişebilir. Her daim ve her fırsatta
kendimizi değişim ve gelişime açık bulundurmak zorundayız. Aksi halde
statükocu, tutucu ve bağnaz biri olup çıkmamız işten bile değildir. Bu demek
değil ki sabitelerimiz, ilkelerimiz ve muhafaza ettiğimiz şeyler olmayacak, elbette
olacak, olmalı da. Daha iyisini, doğrusunu, güzelini, hayırlısını bulana kadar,
elimizde, dilimizde, zihnimizde mevcut olanları söyler, yapar ve savunuruz.
İnsan olduğumuzu, yanılıp (yanıltılıp) unutabileceğimizi biliriz. Ve yine şunu
da biliriz ki, her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Kaynaklar:
1. Yakın
Yabancı, Cihan Aktaş, İz Yayıncılık, İstanbul, 2008, 401 sh.
2. Olaylarla
Ortadoğu, Süleyman Arslantaş, Endişe Yayınları, Ankara, 1990, 336 sh.
3. Dünden
Yarına Dünya, Ercümend Özkan, Anlam Yayınları, Ankara, 2005, 595 sh.
4. Dünden
Yarına İran, Cengiz Çandar, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1981, 157 sh.
5. İran’a
nasıl bakmalı, Zeytin Refref (Yaşar Kaplan), Aylık Dergi Yayınları, Ankara,
1986, 99 sh.
6. Bir
Devrimin Anlatılmamış Öyküsü, M. Hasaneyn Heykel (Çev. Bedirhan Muhib), Nehir
Yayınları, İstanbul, 1988, 285 sh.
7. Ortadoğu
Çıkmazı, Cengiz Çandar, Seçkin Yayınları, İstanbul, 1988, 267 sh.
8. Cennetin
ve Cehennemin İçine Bir Yolculuk, R.W. Carlsen (Çev. Bedirhan Muhib), İşaret
Yayınları, 1988, 252 sh.
9. İran’da
Devrim ve Karşı Devrim, Asaf Hüseyin (Çev. Taha Cevdet), Pınar Yayınları,
İstanbul, 1988, 326 sh.
10. Generalin
İtirafları - Şah’ın son genelkurmay başkanı Abbas Karabagi’nin anıları, (Çev.
Sabah Kara), Birleşim dağıtım, Ankara, 1990, 476 sh.
11. Aynı Dünyalar
– İran İzlenimleri, Arif Kaya, İktibas Dergisi, Sayı 357, Eylül 2008, sh.
38-44. [Yazıyı PDF formatında tam metin okumak için link: http://katalog.idp.org.tr/yazilar/360779/ayni-dunyalar
]
12. Son
Devrimci Ayetullah Humeyni, Baqer Moin (Çev. Osman Cem Önertoy), Ankara, 2005,
318 sh
13. Osmanlı’da
ve İran’da Mezhep ve Devlet, Taha Akyol, Milliyet Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul, 1999, 318 sh.
14. İran
İslam Cumhuriyeti Anayasası, (Çev. Dr. Hüseyin Hatemi), Çağrı Yayınları,
İstanbul, 1980, 102 sh.
15. İslam
İnkılabı Rehberi Humeyni (r.a) Siyasi-İlahi Vasiyyetnamesi, İslami Tebliğ
Teşkilatı Yayınları, Tahran, 1989, 105 sh.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder