‘Dersim
Dört Dağ İçinde’
“Tam 78 yıl önce, 18 Kasım 1937’de Elaziz’in Buğday Meydanı’nda Seyid
Rıza ve biri oğlu olmak üzere 11 arkadaşı asılarak idam edildi.”
Dersim konusundaki tartışmaların gündemi yoğun olarak meşgul ettiği günlerde, www.iktibasdergisi.com
sitesinde, 22.12.2011 tarihli “Dersim Dört Dağ İçinde” isimli bir
makale kaleme almıştım. Bu makale daha sonra diğer makalelerimle birlikte
siteden kaldırıldı. Aradan dört yıl geçtikten sonra bu makalemi yine yeni bir
başlıkla ve tümüyle gözden geçirip yeniden yayınlama ihtiyacı hissettim. Zira
hem makalem internet ortamında yoktu, ulaşılamıyordu hem de Dersim hadisesinden
çıkarılacak dersler hayli çoktu ve önemliydi. Ayrıca okuduğum bir söyleşi ve
bir facebook yorumu bu makalemi yeniden yayınlamamı zorunlu kıldı. Bugüne kadar
süren-sürdürülen hȃkim/resmi/devlet/Atatürkçü/türkçü
(belki eskisi kadar olmasa da) görüşünü (tezini) yansıtan bu görüşün birini aşağıda
aynen alıntılayıp diğerini de okumanız için sadece kaynağını belirtmekle
yetineceğim.
“Bir Dersim tartışması sürüp gidiyor. Bundan 80 sene öncelere
gidelim. Anadolu'da bir milli devlet-ulus oluşturulmaya çalışılıyor. Marmara'da,
Ege'de, Akdeniz'de, İç Anadolu'da feodal unsurlar dağıtılıyor, cumhuriyete ve
gelecek demokrasiye yurttaş-halk inşa ediliyor. Bu amaçla yollar açılıyor,
şeker fabrikaları yapılıyor, okullar, köprüler, tren yolları açılıyor. Bu
bölgelerde neredeyse hiç direniş yok, uyumlu bir değişim için ekonomik destek ve
bayındırlaşma kabul görüyor, yerel halklar, Anadolu'da bir milletin unsurlarını
oluşturuyorlar. Bu uyum kısmen Güney Doğu ve büyük ölçüde Doğuda da kabul
görüyor. Ancak feodalitenin çok koyu yaşandığı, ağalığın, şeyhliğin varlığını
en katı biçimde devam ettirmeye çalıştığı bölgeler de var. İnsanlar şeyhlerin,
ağaların kulu, kölesi. Maraba ! Aşiret ilişkileri içinde boğaz tokluğuna
çalışıyorlar, yaşıyorlar. Oralara okul gelirse, yol gelirse, Cumhuriyet
gelirse, çocuklar okuyacak, başka yerlere gidip gelecek, aileler toprak sahibi
olacak, feodalite çökecek. Çare isyan. İlk görüşmelerde yol, köprü, okul
yapılmasından, köylere mülki arazi dağıtılmasından vazgeçilmesini istiyorlar.
Kabul görmeyince askeri karakollar basılıyor, mevcut köprüler uçuruluyor,
askerler işkencelerle öldürülüyor. Ardından isyana karşı devlet refleksi. Ancak
ayarı kaçmış bir refleks. Yine de bugün ABD’nin Irak'ta, İsrail'in bölgede
yaptıklarının yanında kıyaslanamayacak düzeyde…” (1)
Neresinden tutsanız elinizde kalacak, her biri hakkında çok
şey söylenecek ve tek tek itiraz edilebilecek tezler bunlar. Belki o günün
dünyasında “ben yaptım, oldu” mantığıyla izah edilebilecek, aksini söylemenin
yürek istediği, ‘tohumuna para mı saydım’ deyip kelle almanın böcek ezme
kabilinden sayıldığı, yapılan her şeyin rahatlıkla üzerinin örtüldüğü, tarihin
tozlu sayfalarına hapsedildiği, toprağın altına gönderilenlerin savunmalarının
Mahkeme-i Kübra’ya kaldığı, öldürülmeyip sağ kalanların sürgüne gönderildiği,
küçük yaşta olanların ise devlet tarafından kendi ideolojileri için –elbette
onların iyiliği için!- okullarda ve yetiştirme yurtlarında devşirildiği (cumhuriyete ve gelecek demokrasiye
yurttaş-halk inşa edildiği!) bir
dönemin hoyratlığını, pişkinliğini, zalimliğini 80 yıl sonra hala savunmak ve
haklı görmek, gerçekten inanılır gibi değil, saç baş yolduracak cinsten, neyse
ki mezalim için söylenen tek dikkati çeken ifade “ayarı kaçmış refleks” ifadesi
olup 80 yıl sonra gelinen bir arpa boyu bile olmayan tek hafifletici! argüman
da bu.
“İnanmıyorum,
bana öğretilen tarihe!
Sebep
ne, mezardansa bu hayatı tercihe?”
Bu
iki satırlık dizenin sahibi merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin
Din Mazlumları” kitabını yüksek öğrenim yıllarımın başında okuduğumda o güne
kadar Dersim adını hiç duymamıştım. Nasıl duyabilirdim ki, zira çoluk çocuk-kadın-yaşlı
demeden öldürülen, hatta yakılarak, süngülenerek, karadan ve havadan (Ata’nın
manevi kızı Sabiha Gökçen’in de katıldığı uçaklı saldırılarla) (2) bombalanarak,
gazla zehirlenerek vahşice öldürülen, toplu mezarlara gömülen ve mezar yerleri
bile belli olmayan, Munzur nehrinin günlerce kandan kızıla boyandığı, Atatürk’ün
daha 1935 yılında hakkında kanun çıkarttırıp “Dersim’e devletin Tunç eli
değecek” dediği, ahalisinin çoğunun katledilip kalanların da sürgüne
gönderilerek te’dip ve tenkil edildiği Dersim havalisinin ismi ‘Tunceli’ olarak
değiştirildiğinden ve dolayısıyla unutturulduğundan böyle bir isimden haliyle
haberim yoktu.
Necip
Fazıl Kısakürek’in “Dersim” bölümü olarak 5 sayfa ayırdığı (3 nolu kaynak) “Son
Devrin Din Mazlumları”nın ilk basımı “Büyük Doğu Yayınları”ndan 1969 tarihinde
yapılsa da benim bu kitapla karşılaşmam ve okumam 1980’li yılların başına
rastlar. Kitap alacak param olmadığından (hoş olsa da o yıllarda kitap bulmak
da kolay değildi, meraklısı değilseniz çıkan kitaplardan haberiniz bile
olmazdı) kitabı diğer kitaplar gibi yaz aylarında ‘elif ba, sure ve dini bilgiler’
öğrenmek için ebeveynlerimin gönderdiği genç ve gayretli mahallemiz
imam-hatibinin kütüphanesinden okumak üzere ödünç alıp öyle okumuştum. Kitapda
yer alan diğer zulümler gibi o 5 sayfalık bölüm bile dehşete düşmeme, öğretilen
yakın tarih konusunda şüphelenmeme ve birçok konuda uyanmama vesile oldu. Onun
için bu kitabın yeri benim için farklıdır ve özeldir.
Ne
yalan söyleyeyim, Dersim konusu o kitabı okuduktan sonra da gündemimde yer
almadı. Ta ki CHP Genel
Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in demokratik açılımın ön görüşmesinin yapıldığı
10 Kasım 2009’daki TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında "Maalesef
bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale
Savaşı'nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp 'bu
savaşı bitirelim' demedi. Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim
isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı
mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi? İlk siz
diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok" şeklinde
sarfettiği sözlere kadar. O dönemde yüzeyeli, deriniyle devletin ta kendisi
olan ve Dersim hadisesinin tek mimarı ve sorumlusu olan CHP’nin bir yetkilisi
70 küsur yıl sonra yine aynı mentalite ile konuşuyor ve katliamı savunuyordu.
CHP içinden farklı bir ses çıkmadı, CHP dışından ve Dersimlilerden ise, cılız
sesler çıktı o kadar. Ve olay kapandı, kapatıldı.
Ne zamanki yine CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün’ün Kasım
2011 başında bir gazeteye verdiği söyleşide sarfettiği “Dersim Katliamı bir
soykırımdır ve sorumlusu CHP ile devlettir. Bu soykırımdan Atatürk de
haberdardır" sözleri tabir-i caizse gündeme bomba gibi düştü. Bu sözlere
öncelikle CHP içinden ve onun temsil ettiği ulusalcı kesimden ciddi tepkiler
gelirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tek
parti iktidarı döneminde Dersim'de (Tunceli) binlerce insanın öldürüldüğü ve
sürgün edildiği acı olaylara ilişkin resmî belgeleri kamuoyuyla paylaşması ve
ardından "Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir
literatür varsa ben özür diliyorum” sözleri meseleye tuz biber ekti. Yine konuşmasında şair Necip Fazıl'ın 'Son
Devrin Din Mazlumları' isimli kitabına da işaret eden ve kitabı dinleyicilere
gösteren Erdoğan’ın, Dersim olaylarıyla bu kitapla tanıştığını belirtmesi
ve 'Yaşananlara sadece insan gözlüğüyle
bakan' kitabın CHP tarafından yasaklandığını hatırlatması, kitaptaki katliam
örneklerinin bazılarını aktarması benim açımdan ilginç ve şaşırtıcı bir tesadüf
olmuştur.
İşte
bu son gelişmeler Dersim konusunda deyim yerindeyse fırtınanın kopmasına neden
oldu. Pandoranın kutusu açıldı, cin şişeden çıktı. O kadar çok şey söylendi,
yazılıp çizildi ki. Ortaöğretim yıllarında Dersim’in adını bile duymayan,
yüksek öğrenim başında sadece bir kitaptan 5 sayfalık bir vahşet örnekleri
okuyan ben bile Dersim konusunda o kadar yazı, makale okudum ki anlatamam. Bu
konuda hazırlanan 3 belgesel seyrettim. Fotoğraflarıyla, belge ve bilgileriyle
konuyu tam olmasa da tama yakın öğrendim, anladım. Üç belgeselden biri olan
Çayan Demirel’in “Dersim 38” (4 nolu kaynak), fotoğraflar ve o günün gazete
haberleriyle göz önünde daha iyi canlandırılabilir, anlaşılabilir (4 ve 5 nolu
kaynak). İkinci belgesel Nezahat
Gündoğan ve Kazım Gündoğan'ın üç yıllık çalışmasının sonucunda oluşan "İki
Tutam Saç - Dersim'in Kayıp
Kızları" filmi olup bir diğer çalışma da Özgür Fındık’a ait “Kara
Vagon / 38 Dersim Sürgünleri” belgeselidir (6 ve 7 nolu kaynak). Alın size
Dersim katliamına katılan iki askerin ve zorunlu iskâna tabi tutulan
Dersimlilerin anlatımlarına yer veren "Kara Vagon" belgeselinden kısa bir
bölüm.
“DERSİM olaylarının
yaşandığı dönem 2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101 yaşındaki Diyarbakırlı
erlerden Eskeri Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan
korkunç olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi Altay köyünde iki
kız ve iki erkek babası olan Eskerî Akyol, ömrü boyunca Dersimde yaşanan
vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı. ‘Dersim Tenkil Harekâtı’, katliamın 74.
yıldönümü olan 5 Mayıs’ta Bilgi Üniversitesi’nde yönetmenliğini Özgür Fındık’ın
yaptığı “Kara Vagon” adlı belgeselde anlatılacak. Hasan Saltık arşivinden ilk
defa yayınlanan fotoğrafların da yer aldığı belgeselde katliamın birinci elden
tanıkları konuşuyor. Katliam sırasında asker olan Eskeri Akyol şahit olduğu
vahşeti anlatırken o anı tekrar yaşıyormuşçasına “Allah Muhammed’in ümmetini
bir daha bu hale düşürmesin!..” diyor. İşte katliamın son tanıklarından Eskeri
Akyol’un yaşadıkları: “Biz Diyarbakır’dan yedi gün, yedi gece yürüyerek gittik
Dersim’e. Gittikten sonra bizi Ali Boğazı’na verdiler. Gittiğimizde evler
yakılıyordu. Askerler ulaştıkları evleri içindekilerle birlikte gazyağı
döküp yakıyorlardı. Komutanımızın adı Ethem Atalay’dı. Elazığlı olduğunu
söylüyorlardı.” “...Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı.
Daha dirençli olanlar, (Munzur) nehirden karşıya geçiyorlardı. Askerler öyle
yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları. Sonra
gittiğimizde/baktığımızda, öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste
yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı
canlı... Kadın, çoluk - çocukları da yakıyorlardı...” “Dersimliler çok
öldürüldüler! Kutu deresinden ceset kokusundan durulamıyordu. İnsanları öldürüp
atmışlardı. Öylesine felaket görülmemiştir. Maalesef kötü askerler çoktu. Onlar
kadın, çoluk-çocuk ayrımı yapmazlardı. Kadınları götürüp kötülükler
yapıyorlardı. Allah, Muhammed’in ümmetini bu hale düşürmesin. Aynı bizim gibi
Zaza’ydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim köylülerinden de askerler vardı
yanımızda. Biz aynı milletin çocukları idik ve birbirimizle
savaşıyorduk. Askerler evleri yaktığında, kimi kadınlar başlarını pencereden
dışarı sarkıttıklarından, ölürken boyunlarında altınları ile öylecene kalıyorlardı,
bazı askerler altınları cesetlerin üzerinden topluyorlardı…” (Dersim katliamının belgeleri ‘Kara Vagon’la
ortaya çıkıyor, Star, 17.04.2011)
Dersimde yaşanan
trajedinin, kıyımın, katliamın, mezalimin, vahşetin, terörün boyutlarını,
ayrıntısını anlatacak değilim. Buna ne kalem ne de yürek dayanır. Kaynaklar
kısmında yeterince yazılı ve görsel malzeme var zaten. Dedim ya ‘Dersim Dersi’ne
iyi çalıştım, çok yazı okudum. Bu yazılardan kayda değer olan bazılarını
meseleyi çeşitli yönleriyle öğrenebilmek için meraklısına kaynaklar kısmında
belirtmekle yetineyim. İlgili internet adreslerinden kolaylıkla ulaşılabilir.
Özellikle ve hiç olmazsa ilk beşinin (elbette mümkünse hepsinin) okunmasını
tavsiye ediyorum (9 ve 10 nolu kaynaklar).
Dersim hakkında yaşanan son tartışma ise yine CHP içinde oldu. “CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun Dersim olaylarıyla
ilgili CHP adına özür dileyen açıklaması parti içinde tartışmalara neden oldu”
(www.sabah.com.tr, 14.11.2014).
Anlaşılan Dersim konusu bazı vesilelerle zaman
zaman yine tartışılmaya, gündem oluşturmaya devam edecek gibi gözüküyor. Zira Dersim
asla sadece Dersim değildir, 92 yıllık cumhuriyet tarihidir, o kitabın bir
sayfasıdır sadece. Bu nedenle hususi değil umumi bir konudur. Dersimin
şifresini, kodunu çözebilirsek bütün bir cumhuriyet tarihini de büyük ölçüde
çözmüş oluruz. Maddeler halinde kısa kısa değinip ulaştığım sonuçları,
çıkardığım dersleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
‘Dersim’
Dersleri
- Okullarda ve devlete ait basılı-görsel yayınlarda dile getirilen resmi tarih, durmuş olan bir saatten farksızdır. Nasıl ki durmuş olan saat günde iki defa doğruyu gösterirse, resmi tarihte de durum bundan farksızdır. Resmi tarihin cumhuriyet öncesi (ki genellikle kötü gösterilir-sövgü edebiyatı) ve cumhuriyet sonrasına (ki hepten iyi gösterilir-övgü edebiyatı) dair yazıp çizdiklerine mutlaka şüpheyle, teyakkuzla yaklaşmak gereklidir. Dersim bunun en çarpıcı örneklerindendir. Resmen yok farzedilmiştir, sıkıştıkları noktalarda da mazeretler üretilmiş, çarpıtılmış, yalanlarla üzeri örtülmüştür. Kutsallaştırdıkları, tanrılaştırdıkları devletlerine karşı isyan, kalkışma, ayaklanma olarak gösterip olan biten her şeyi mazur göstermenin yoluna gidip “uygarlaştırma, çağdaşlaştırma, medenileştirme” gibi daha yumuşak ve naif söylemler bile geliştirip pişkinlikle savunabilmişlerdir.
- Tarihi hep güçlülerin, gȃliplerin, egemenlerin penceresinden okumak genelde
gerçeği ıskalamak demektir. Ne yazık ki yalnız bilim kurgu değil tarih
kurgu da vardır. Tarih sonradan muzaffer olanların tarihçileri(!)
tarafından steril edilerek, ayıklama-seçmece yöntemi ile yeniden yazılır,
yeni baştan kurgulanır. Bazı önemli yerler atlanır, bazı önemsiz
ayrıntılar öne çıkarılır. Özgürlük ve bağımsızlığın çokça dillendirildiği
cumhuriyet yıllarında istiklal mahkemeleri, takrir-i sükȗn ve hıyanet-i
vataniye kanunları eliyle muhalif tek bir ses bile bırakılmamış, herkesin
nutku tutulmuştur. Tek bir “natık-K. Atatürk” konuşmuş ve tarih dahil her
şey onun “Nutuk”una göre dizayn edilmiştir. Aykırı, muhalif sesler idam
sehpalarında, cezaevlerinde ya da sürgünlerde susturulmuştur.
- Osmanlı İmparatorluğu çok etnisiteli, çok dinli, çok mezhepli, çok
dilli bir yapıya sahipti. Devletin müesses nizamına karşı çıkmadıkça,
asker ve vergi vermede sorun çıkarmadıkça bu farklılıklar sorun
oluşturmuyordu, devlet zulüm ederse herkes bir şekilde bundan nasibini
alıyordu. Cumhuriyet ise bu heterojen yapıdan homojen bir ulus-milli
devlet inşa etmek istedi. Ulus devletin insan prototipi ise, türk
etnisiteli, laik sünni inanç ve batıcı-kapitalist-seküler zihniyette bir
insan modeli idi. Diğerlerine yani kürt, ermeni, rum, arap gibi etnik
unsurlara; dindar sünnilere, alevilere, hırıstiyan, yahudi ve diğer
inançlara; türkçe dışındaki dillere; sosyalist-komünist ideolojilere bu
yeni devlette pek de hoş gözle bakılmıyordu. Dersim’in kürt ve alevi olması,
bu yeni devlet projesinde önemli bir sorundu. Oranın yeni tanımlanan
ideolojiye uygun hale getirilmesi, çeki-düzen verilmesi gerekiyordu.
Gerisi hep bahaneydi. Kurt kuzuyu yemeye çoktan karar vermişti suyu
bulandırsa da bulandırmasa da. Aslında Dersim’de olan bitene şaşmamak
gerek. Zira sırf şapka giymediği için onlarca, yüzlerce insanın idam
sehpalarında sallandırıldığı bir ülkede Dersim doğal bile karşılanabilir
isyan, ayaklanma, kalkışma bahanesinin ardına sığınılarak.
- Dersim’e haddinin bildirilmesi ve dersimlilerin asimilasyonu
cumhuriyet rejimi için çok zor olmadı. Zira içerde 1924’lerden başlayarak
çeşitli bahanelerle muhalifler susturulmuş, meclis tek ses haline
getirilmişti. Cılız bir karşıt ses bile yoktu, zira aksi mangal gibi yürek
isterdi. Dışarıda özellikle Avrupa’da faşist, diktacı yönetimler işbaşında
idi ve dünya hızla ikinci bir sömürgeciler arası paylaşım kavgasına doğru
gidiyordu. İç ve dış şartlar olgunlaşınca Dersim’in defteri kolaylıkla
dürüldü, kimseler duymadı, bilmedi. Her şey planlandığı gibi tereyağından
kıl çekilircesine halledildi. Kimler hangi haberleşme ve iletişim
vasıtasıyla duyacaktı ve de kimler duyuracaktı ki. Nüfusun % 80’i köylerde
yaşıyordu, bırakın dünyayı ülkedeki olup bitenden bile habersizdi. Ne bir
radyo, ne bir gazete yoktu ki Dersim’deki feryatları, çığlıkları
duyurabilsin. Bırakın o yılları, internetin olduğu bugün bile 70 küsur yıl
önceki bu katliamdan bu ülkenin kahir ekseriyeti hȃlȃ habersizdir ya da
resmi devlet görüşü doğrultusunda yalan-yanlış bilmektedir.
- “İşin acı tarafı, söz konusu
Dersimli Aşiretler ve başta Seyit Rıza, rejime karşı gerçekleştirilen
İslami kıyamlara karşı -ve acıdır ki temelde bu kıyamlar
"İslami" olduğu için, "Sünni" olduğu için rejime bu
yardımı yapmışlardır- bu sabık rejimin, Mustafa Kemal'in yanında yer almış
ve müslümanlara karşı gerçekleştirilen katliamlara bizzat katılmışlardır”
iddiaları ise manidar ve düşündürtücüdür. Doğru mudur, doğruysa ne kadarı
doğrudur bilemiyorum fakat bildiğim bir gerçek var ise bu ülkede
birbirimizin acılarına, sıkıntılarına kayıtsız kaldığımız, hatta zaman
zaman toplumun farklı kesimlerine karşı dolduruşa geldiğimiz, getirildiğimiz
ve kullanıldığımızdır. Bunun günümüzdeki en çarpıcı örneği Sivas Madımak
ve Başbağlar köyü facialarıdır. İkisi de bu toplumda alevi ve sünnilerin
birbirine düşürülmesi ve düşman edilmeleri için “derin odaklar”ın bir
tezgahıdır, oyunudur. Bu oyunu oynayanları iyi bilmek, teşhir etmek ve
unutmamak zorundayız. Zira birileri bu tuzaklarla, firavunvari yöntemlerle
toplumun farklı kesimlerini güçten düşürüp kendisi güç devşiriyor, kendi
zalimliğini, gayrimeşruluğunu gözden ırak tutturup yoluna devam ediyor.
- 1930’lu yıllarda Dersim’i kana bulayan, yakıp yıkan, sürgüne gönderen
zihniyet ne yazık ki ölmedi, hȃlȃ yaşıyor. O günkü olayların failleri
hakkında hiçbir işlem yapıl-a-madığı gibi (isimleri ülkenin dört bir
köşesinde bir sürü esere verilmiştir), 1980 askeri darbe sonrası bölgeye
uygulanan özel muameleler ve özellikle 1990’lı yıllarda yakılan köyler,
gözaltında kayıplar ve fail-i meçhuller hatırlanabilir. Alın size yakın
tarihimizden Dersim benzeri bir vahşet ve bir ‘Devlet’linin yaklaşımı,
zihniyeti. “TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu bünyesindeki Terör ve Şiddet Olaylarına ilişkin alt komisyon,
1992 yılında Tunceli’de işkence edilerek öldürülen Ayten Öztürk’ün babası
Hıdır Öztürk’ü dinledi. Konuşmasına ‘Cesedi parçalanmış, gözleri
çıkarılmış, kulakları kesilmiş bir evladın babası olarak buradayım’’ diye başlayan acılı baba dönemin
Tunceli Jandarma Alay komutanı ile görüşmesinin ardından kızının ortadan
kaybolduğunu ve görüşmede ‘Yeşil’ kod
adlı Mahmut Yıldırım’ın da bulunduğunu söyledi” (www.internethaber.com,
14.12.2011). “MHP Genel Başkanı Bahçeli, partisinin dünkü
grup toplantısında Dersim olaylarına temas etti. Dersim olaylarının bir
katliam değil, ayaklanma olduğunu söyleyen Bahçeli, "Bugünün PKK'sı,
KCK'sı neyse, Dersim kalkışmasına tevessül edenler de aynısıdır"
ifadelerini kullandı. Bahçeli, Türk milletinin utanacağı bir geçmişinin de
bulunmadığını belirtti… Dersim vakası bir isyan girişimidir ve Türk
devletinin egemenlik haklarına küstahça meydan okumadır. Türkiye, kendi
varlığına, devlet olmaktan kaynaklanan haklarına ve yetkilerine el ve dil
uzatan kanlı niyetlere tabiidir ki haddini bildirmiş ve gerekirse yine
bildirecektir." (Zaman, 30.11.2011)
- Bu ülkede hep cumhuriyetin kazanımlarından dem vurulur resmi
ağızlardan ve belli çevrelerce. Fakat nedense cumhuriyetin kaybedimlerinden,
kaybettirdiklerinden bahsedilmez. Yüzlerce, binlerce yıl bizi biz yapan,
bizi bir arada tutan, bizi farklı kılan değerlerin cumhuriyetle birlikte
başlayan süreçte dumura uğratıldığı gözlerden saklanmış, inkar edilmiş,
görmemezlikten gelinmiştir. Devletlü kesimin, egemen kesimin bunu
yapmasını anlarım, fakat sanatçı kesimin buna prim vermesini, destek
çıkmasını bir türlü anlayamam. Kendisi de Dersimli olan ve yakınları o
günkü acıları yaşayan CeHaPe genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu
meselede tavrı bile bir yerde anlaşılabilir. Fakat eski CHP milletvekili
Zülfü Livaneli’nin ve yeni CHP milletvekili Sabahat Akkiraz’ın tavırları
anlaşılamaz. Sanatçı olarak mağdurdan, mazlumdan yana olacaklarına, biri
Dersim yangınından Kamal Atatürk’ü kurtarmaya, aklamaya çalışıyor diğeri
ise Çorum ve Maraş olaylarının faturasını bile hükümete yıkmaya çalışıyor.
Zülfü Livaneli anlaşılan o ki bazı yanlışlara ‘veda’ edemiyor, belki
kaynaklar kısmındaki 11 nolu kaynak kendisine yardımcı olur. Kaynak yazıda
özetle “Halk anlatımlarında, Seyit Rıza’nın
Erzincan’a M. Kemal ile görüştürüleceği teminatı üzerine gittiği ve ele
geçirildikten sonra da Seyit Rıza’nın devlet yetkililerine M. Kemal’le
görüşmek istediğini sürekli belirttiği görülmektedir. “Ben senin hile ve yalanlarınla baş
edemedim bu bana dert oldu, ben de senin önünde diz çökmedim bu da sana
dert olsun” sözünü işte esir olduğu bu dönemde görüştüğü devlet
yetkilileriyle M. Kemal’e ilettiği söylenmektedir… Görüşmede neler
yaşandığı, hangi diyalogların geçtiği konusunda elimizde her hangi bir
bilgi yok fakat görüşmede Seyit Rıza’nın M. Kemal’e karşı net bir duruş
sergilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira o gece M. Kemal’in, Seyit
Rıza’dan affedilmesine yönelik aman dilemesini beklemiş olma ihtimali
yüksektir. Böyle bir davranış yerine tam tersi bir tavırla karşılaşılması
nedeniyle o gece özellikle gizlenmiş, diyaloglarının içeriğinin bilinmesi
büyük bir ehemmiyetle engellenmiştir. Eğer Seyit Rıza o gece affedilmeyi
istemiş olsaydı, o görüşme gizlenmeyecek, gazetelerin manşetinde yer
alacak hem Seyit Rıza şahsında Dersim mağlup edilecek hem de M. Kemal bir
zafer daha kazanmış olacaktı. Üstelik böyle bir haber, M. Kemal’in
vicdanlı bir lider olduğunun en büyük göstergesi olarak bizlere
sunulacaktı” deniliyor. Bu yazıya rağmen yine ‘Seyit Rıza ve arkadaşlarını astıran Mustafa
Kemal değil’ diye inanmaya, yazmaya devam edip faturayı yalnızca Kemalist diye
tanımladığı ve özellikle sağcı oldukları için de rahatlıkla eleştirdiği
Celal Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil’e çıkarırsa ben de ona yazısının
sonundaki satırlarla cevap veririm. “Anlamak
isteyen anlar. Her kampın ideologları ve demagogları ise anlamaz! Çünkü
zaten onların “gerçek“ diye bir derdi yok.” (‘Atatürk Seyit Rıza’yı
affedecek’ korkusu, Zülfü Livaneli, Vatan, 25.11.2011) Sabahat Akkiraz
ise, Dersim’e dair kaydadeğer bir söz söylemek yerine tipik sünni karşıtı
alevi jargonuyla konuşmuş ve Çorum, Maraş olaylarının olduğu dönemde
içinde yer aldığı partinin hükümette yer aldığını unutacak kadar zavallı
bir duruma düşmüş, yazık ki ne yazık. (Sabahat Akkiraz’dan iki büyük
tarihi hata, Star, 26.11.2011)
- Dersim katliamında belki ölenler kurtuldu (resmi
rakamlara göre 14 000, gayri resmi rakamlara göre 40, 50 hatta 80 000 kişi
telaffuz ediliyor), fakat bir o kadar da yerinden yurdundan edilip kara
vagonlara doldurulup memleketin batı kısımlarına sürgün edilen ve
özellikle başta asker aileleri olmak üzere evlatlık verilen yetim kızlar
var. Türlü acılarla yüzyüze kalan bu insanların her birinin bir hikayesi
var ama sadece birini anlatmakla yetinelim. “ ‘Kendi
hesabıma Dersim’i çocukken öğrenmiştim’ diye başlıyor bu tüylerimi diken
diken eden, gerçek yaşamdan alınma öykü: “Bahçe komşumuz yaşlı, emekli
albayın üç yetişkin çocuğu vardı. Karısı yıllar önce bir başkasına aşık
olup gidince, adamcağız bir başına büyütmüştü üç çocuğu da. Çocuklarından
ikisi evli, küçük kızı Zümrüt’se bekardı; babasıyla oturuyordu. Yemyeşil
gözleri vardı, onun için babası adını Zümrüt koymuştu... Hiç evlenmedi;
hep yaşlı babasının yanındaydı, ona bakardı. Sonra bir gün, ihtiyarın
ölümüne yakın eve bir nikah memuru geldi ve baba kızın nikahını kıydı! “
Efendim meğerse Zümrüt’ün bir ömür boyu “baba” dediği adam, Doğu’da
görevdeyken ailesini yok eden askerlerden biriymiş. Mağaranın birinde,
anası babası kanlar içinde yatarken, bir küpün içine gizlenmiş yavrucak.
Albay bir tıkırtı duymuş, elini daldırmış küpün içine gözlerinde yemyeşil
şimşekler çakan bir kız çıkmış ortaya; atının terkisine attığı gibi
getirmiş kendi evine. Albay kendi çocuklarıyla birlikte büyütmüş Zümrüt’ü.
Kızı nüfusuna geçirmek için uğraşmışsa da kimi yasal engeller nedeniyle
bir türlü becerememiş. Sonra, geleceğini güvenceye almak için, ölümüne
çeyrek kala, kıza basmış nikahı. Albay ölünce başka bir kente göçmüş
Zümrüt. Belki gerçek kimliğini arıyordu. Belki de baba bildiği adamla
ailesini öldürenin aynı kişiler olduğunu anlamanın dayanılmaz acısıyla
hesaplaşmak için kaçmıştı İstanbul’un Moda’sından! Dersim, kimi öldürenlerin hiçbir şey olmamışcasına
yaşamlarını sürdürdükleri, kimilerinin de günahlarını bağışlatmak için
çırpındıkları ortak bir karabasan aslında…” (Dersimli Zümrüt babasıyla
niye evlendi!, Aziz Üstel, Star, 19.12.2011)
- Dersim havalisinde bu facia ve kıyım yaşanmasına
rağmen o yöre insanının sürgit CHP ve onun türevi partilere oy vermesi
üzerinde de çok tartışılmıştır. Bunun nedenini açıklamak için “tecavüzcüsüne aşık aptal kız” veya
“zamanla galibin zihniyetine öykünen, aşağılık duygusunu gidermek için ona
benzeşmeye çalışan mağlup tavrı yani bir nevi Stockholm sendromu” gibi
tezler ileri sürülebilir. Bunlar da etkili olabilir fakat ben esas etkenin
baskının, zulmün zamanla insanların kimyasını bozmasının, bir şekilde
güçlünün, zalimin yanında yer alarak baskılardan kurtulma düşüncesinin ve
devletin tüm ülkede olduğu gibi o dönemdeki katliama ait makul, izah
sadedinde gerekçeler ürettiğini, karartma uyguladığını ve unutmaya,
unutturulmaya terk ettiğini ve bunu da zaman içinde okullar ve medya
eliyle özellikle yeni nesiller üzerinde gerçekleştirdiğini düşünüyorum.
Nasıl bu ülkede cumhuriyet sonrası alfabe değişikliği ile toplumun geçmişe
dair hȃfızası dumura uğratılmışsa, aynı şey Dersim konusunda da yapıldı.
Toplumun tümünü bırakın Dersimlilerin büyük çoğunluğu bile o yıllarda
yaşananları gerçeği ile öğrenemedi, anlamadı, anlasa bile anlatma imkanı
bulamadı.
- Atatürkçü, Kemalist, Türk Ulusalcısı tezlerden biri de son Türk-Yunan
savaşının “Kurtuluş savaşı” olduğu ve milli mücadelenin de
“antiemperyalist” olduğu tezleridir. Akabinde Türk Milleti “Atatürk”ün
önderliğinde “muasır medeniyet seviyesi-çağdaş uygarlık düzeyi”ne
inkılap-devrimler sonucu ulaştırılmıştır. Karşı devrimciler bu gelişmeleri
hazmedememişler, anlamamışlar, kıskanmışlar ve ülkede karışıklık
çıkarmışlardır. Feodal, gerici, çağdışı düşünce ve yaşayış sahiplerinin
tepesine genç Türkiye Cumhuriyeti balyoz gibi inmiştir (son balyozu saymazsak,
o indirmek istediklerine değil kendilerine inmiştir yanlışlıkla). Şakiler,
bedbahtlar inlerinde kıstırılmış, devletin gücü kendilerine
gösterilmiştir. Aydınlığa karşı karanlığı tercih eden bu gaflet ve dalalet
sahipleri, devletin tunç elini ya da demir yumruğunu yemekle karşı karşıya
kalmışlardır. Sadece Dersimliler değil, ülkede o günkü Devlet’in
tanımladığı yurttaş-vatandaş tipolojisine uymayan herkese haddi bildirilip
dersi verilmiştir. Köprüdeki karakol veya diğer baskınlar birer bahanedir,
olmasa da fark etmezdi. Bu yapılması düşünülenlerin gerçekleştirilmesi
için sadece bir bahane idi. Asker ölümleri olmasa da bir şey
değişmeyecekti, olmasaydı da oldurulurdu, bir bahane mutlaka bulunurdu.
Devlette oyun çoktur, imkan çoktur, sesi daha gür çıkar, tarih boyunca bu
ülkede ve dünyada böyle olmuştur, cumhuriyet ve elbette Osmanlı tarihini
okumak bize bu konuda oldukça fazla malzeme sağlar. “Devletin gösterdiği
refleksin ayarı kaçmıştır ya da bombalama sırasında istenmeyen olayların
olmasının normaldir” diyenlerin boşuna emperyalist İngiltere, israil ve
abd örneklerini vermeleri boşuna değildir? Çünkü o zalim ve sömürgeci
ülkeler de yaptıkları onca işgali, haksızlığı, zulmü bir takım perdelerin,
bahanelerin ardına gizlemiyorlar mı? Hangisi ben kurdum kardeşim, kuzuyu
yemeye kararlıyım ister suyu bulandırsın, ister bulandırmasın diyor mu?
Her zaman kendilerini haklı çıkaracak bir argüman buluyorlar, bir
bahanenin ardına sığınıyorlar? İliklerine kadar sömürdükleri ülkelere biz
sizi uygar dünyayla entegre edeceğiz, sizi falan filan beladan
kurtaracağız diye gelmiyorlar mı? Bu ülkede şapka devrimini! Yunanlılar,
İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, abd’liler yapsa idi Atatürkçüler ne
derdi acaba? Bu ülkenin tarihiyle, geçmişiyle kopuşunu simgeleyen alfabe
devrimini bahsi geçen adamlar yapsa idi ne derlerdi acaba? Yanlışı,
hatayı, zulmü başkası yaparsa hata, biz yaparsak meziyet mi? Bu örnekler
çoğaltılabilir. Fakat ben ikisini anıp bitireceğim. Ağacı, ormanı kesen
baltayı tutan el bizden olunca yaramız acımıyor, kanamıyor mu? Ama
cumhuriyetin kurulduğu yılların şartları farklıydı diyenler bir yere kadar
doğru diyorlar da bir şeyi ıskalıyorlar, cumhuriyet öncesi dönemin de,
bugünkü dönemin de şartları farklıdır. O zaman kime ne diyeceksiniz, kimi
haklı ya da haksız olarak tanımlayacaksınız? Akıl, basiret ve feraset bir
size mi verildi? Siz “üzeri ne ile örtülürse örtülsün, gerçeklerin bir gün
açığa çıkma gibi bir doğası vardır” ilkesini nasıl unutursunuz? Dersim’de
ya da bu ülkenin bir başka yerinde işlediğiniz cürümlerin, zulümlerin bir
gün sizi bulmasa bile (dava mahşere kalsa bile), sizden sonrakileri
bulacağını, ayaklarına dolanacağını düşünmezsiniz? Bu devrin, devranın,
gücün, sultanın bir gün el değiştireceğini ve hesap sorulabileceğini;
kapattık, örttük dediğiniz dosyaların bir gün yeniden açılabileceğini
nasıl düşünmezsiniz? Kendi halkının ezici çoğunluğuna bunca zulmü irtikap
ederken, reva görürken başkalarına söz söyleyip kendiniz onların yapıp
ettiklerini taklit ederken onların karşısında olduğunuzu nasıl iddia
edersiniz? Siz bu masalları külahımıza anlatın, yutmuyoruz artık. Siz, ‘herkesi
kör, alemi sersem’ mi
zannediyorsunuz”?
- Dersim bir süre sonra gündemden yine düşecek, unutulacak,
unutturulacak birçok acı ve zulüm gibi. Balık hafızalı bir toplum
olduğumuzu kabul edelim. Çekilen acıları, sıkıntıları unuttukça yenileri
başımıza gelmeye devam edecek. Dün Dersim’de olanlar zaman içinde başka
yerlerde, başka kesimlere de yapıldı. Dersim katliamıyla Çorum, Maraş
hadiseleri; Ermeni tehciri ile Hırant Dink’in katli; 6-7 Eylül komplosuyla
Varlık vergisi-Erzurum Aşkale’deki çalışma kampları; İskilipli Atıf Hoca’nın
şehadeti ile Ali Şükrü Bey’in katli; Başbağlar ile Sivas Madımak hadisesi;
İzmir suikastı iddiası ile Sarıkız-Ayışığı darbe planları; Menemen olayı
ile Sincan hadisesi; 31 Mart ile 12 Mart; 27 Mayıs ile 28 Şubat ve dünde
ve bugünde cereyan eden nice hadiseler bir yerde bu ülkede hakimiyeti
elinden bırakmak isteyen dış güçlerin ve onlarla işbirliği yapan iç
güçlerin bu topluma kurduğu tuzaklardır, oyunlardır, komplolardır.
- Şu Atatürk'e atfedilen "söz konusu vatan ise
gerisi teferruattır" sözü kadar tehlikeli ve yanlış bir söz duymadım dersem
yeridir. Ne yani vatan uğruna olsun da ister katliam, ister zulüm, ister haksızlık,
ister fail-i meçhuller, ister halkı birbirine düşürme, gözaltında
kayıplar, işkence, bir etnik kimliği yok sayma, yasaklama,
beğenmediklerini vatan haini ilan etme, irtica diyerek halkı aşağılama,
kendisi gibi düşünüp inanıp yaşamayanları itilmiş ve kakılmış pozisyona
düşürme, askeri darbeler, yolsuzluk, hukuksuzluk, her şey teferruat,
füruat, ayrıntı öyle mi? Vatan, birilerinin yaptığı adaletsizliklerin,
kıyımların, caniliklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların, yolsuzlukların,
zulümlerin üzerini örtme bahanesi değildir, olmamalıdır da.
- Bir an için söyle düşünelim, Atatürkçülerin ve
Devlet’çilerin söyledikleri gibi Seyit Rıza ve taraftarları isyankar, şaki
ve terörist idiler, o yörenin kalkınmasını, uygarlaşmasını, feodal düzenin
yani kendi kurdukları ve hüküm sürdükleri ağalık ve şeyhlik sisteminin
bozulmasını istemiyorlardı, devlete isyan ettiler, askerleri öldürdüler,
devlet de -refleksi aşırı kaçsa da!- hadlerini bildirdi, fesat ve fitne
yuvası devletin tunç eli, tunç yürekli askerleri eliyle dağıtıldı, her şey
olup bitti, geride kaldı, o zamanki şartlar öyleydi, onu gerektiriyordu,
bugün o günkü dosyaları açmak iyi niyet belirtisi değil, bugünden gazel
okumayalım, tarihi olayları tarihçilere bırakalım, belgelerle konuşalım,
bilimsel olalım falan filan. Elindeki her imkanı kullanan ve Dersim’in
altını üstüne getiren bir devlet, size olayı bütün doğruluk ve
dürüstlüğüyle belgeleyip önünüze koyar mı? İşlediği mezalimin o gün
değilse bile (ki o gün kimin haddine idi) yarın aleyhine kullanılacağını
bile bile delil bırakır mı? Resmi tarihçilerin dışındaki hangi tarihçiler
nerede, nasıl yetişecek ve hangi belge ve bulgulara erişebilecekler?
Arşivler açılsa bile her şey gün yüzüne çıkar ve her yönüyle
aydınlanabilir mi? Arşivler, belgeler, istatistikler ve elbette çoğu zaman
tarih ve tarihçiler yalan söyler ve çoğu zaman statükonun, güçlünün
yanında yer alırlar ne yazık ki. Tarih, hele bu ülkede ve hele de resmi,
statükocu tarihçilere bırakılamayacak kadar önemli bir husustur. Bilimsellik
ve akademisyenlik de çoğu zaman haksızlığa kılıf aramaktan, zulmü izah
etmek için bin dereden su getirmekten ve güçlüler için yaldızlı cümleler
sarfetmekten öte geçmez. Zira herkesin korkuları ve beklentileri vardır.
Zor zamanda konuşmak ve yalnız kalmak kolay değildir. O günün
Anadolu’sunda yalnız Dersim değildi huzursuz, tedirgin ve endişeli olan;
Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ve daha bir sürü karşı çıkış (isyan, başkaldırı,
direniş) vardı. İnsan sormaz mı? Bunların hepsi şaki, baği, asi, terörist
idi de bir siz devlet-lü kesim mi haklı idi? Uzatmadan bir temel fıkrası
ile bu bahsi kapatacağım. Anlayana. “Temel, otoyolda ters istikamette
arabasıyla yol alıyormuş, karşıdan da arabalar geliyormuş. Bu sırada
arabasının radyosundan bir haber duymuş. “Bütün araçların dikkatine.
Otoyolda ters istikamette seyreden bir araç vardır. Sürücülerin dikkatli
olması önerilir”. Temel kendi kendine söylenmiş. “Ne bir tanesi, yüzlerce,
yüzlerce”.
- Dersimlilerin, Kürtlerin, Alevilerin ve bu
ülkedeki tüm toplum kesimlerinin çok ama çok önemli bir noktayı
ıskaladıklarını, gözden kaçırdıklarını ya da görmemezlikten geldiklerini
düşünüyorum. Bu ülkede dün de bugün de zulüm yalnız kendilerine mi,
yalnızca bir kesime mi yapılmıştır, yapılmaktadır? Zulüm ortalığı
kaplayınca (hatta zalimler bile) herkes bundan bir şekilde payını alır. Makale
içinde yaşayan tanık olarak ifadeleri zikredilen ve Dersim mezalimi
sırasında kendisi de bu mezalime katılan Diyarbekirli Zaza askerlerden biri
olan Eskeri Akyol’un şu sözleri üzerinde çokça düşünülmelidir. “Allah, Muhammed’in ümmetini bu hale
düşürmesin. Aynı bizim gibi Zaza’ydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim
köylülerinden de askerler vardı yanımızda. Biz aynı milletin
çocukları idik ve birbirimizle savaşıyorduk.” Bu yöntemi dış güçler
dediğimiz sömürgeci, yayılmacı ülkeler çok kullandığı gibi aynı yönteme ne
yazık ki bu ülkedeki hakim güçler de bugüne kadar sık sık başvurmuştur.
İbret-i alem için o yöre insanına o gün o muameleleri reva görenler doksaniki
yıllık cumhuriyette de gerektiğinde bu yönteme başvurmuşlardır. Bu kaba
ifadesiyle “iti ite kırdırmak” taktiği olarak da bilinir. Ülke içindeki
toplum kesimlerinin uyum ve barış içinde yaşamasını sağlamak yerine
devletin (elbette kendi egemenlik ve çıkarlarının) bekası için
çatıştırmak, tahrik etmek ve toplumu kamplara ayırmak demektir. O gün
kendi varlığına tehdit olarak algıladığı Dersim aşiretlerini parayla veya
başka vaatlerle kandırıp yanına alan ve diğerine karşı kullanan devlet,
bunu başka yer ve zamanlarda da icra etmekten çekinmemiştir.
- Bu ülkede farklı toplum kesimleri tarafından kutsanan ve bir nev’i tanrılaştırılan
kişi (Kamal Atatürk) ve devlet algısı eskiye göre etkisi azalsa da hȃlȃ gücünü ve etkisini
devam ettiriyor. Devlet (haşa) tanrı, “o asla yanlış yapmaz, ne yapsa
haktır ve doğrudur, bir hikmeti vardır, bir an için yanlış yaptığını
varsaysak bile istemeden yapmıştır, gösterdiği refleksin ayarı, dozu
kaçmıştır, bombalama sırasında istenmeyen olayların olmasının normal
olduğu, yapmışsa bile o yanlışı,
zulmü o insanların iyiliği için yapmıştır, onca acı çekilmişse bile o
insanlar için hayırlı olmuştur, devlet bu sever de, döver de, hikmetinden
sual olunmaz, vurduğu yerde gül biter” filan diye sürer gider. Hep
düşünürüm bu zulme, kıyıma, haksızlığa, cezalandırmaya uğrayanlar yer
değiştirse yani bu savundukları şeyler kendilerine yapılsa idi, yine aynı
şekilde düşünür, yazar çizer ve konuşurlar mıydı? Kamal Atatürk için
“Olmasaydın, olmazdık” diyenler onu Tanrı’laştırdıklarının farkında ve
bilincindeler mi acaba? İslam nokta-i nazarından bu ifade kelimenin tam
anlamıyla küfür’dür ve şirk’tir. Biz varlığımızı anne ve babamıza hatta
Allah’ın kulu ve son elçisi Muhammed (a.s)’e bile değil, yalnız ve yalnız
Allah’a borçluyuz. Kamal Atatürk’ü kanunla korumaya alanlar, her sözünü
savunup her icraatının canhıraş bir şekilde doğru olduğunu müdafaa
edenler, ya bilmeyenlerdir ya da o dönemin ve bugüne kadar olup bitenlerin
konuşulmasını, sorgulanmasını ve gerçek ne ise onun olanca açıklığı ile
ortaya çıkmasını istemeyenlerdir.
- Dersimlilerin, Alevilerin, Kürtlerin ve bu ülkede bugüne kadar doksaniki
yılda türlü zulme, haksızlığa uğrayanların, devletin yok saydığı,
itilmiş-kakılmış duruma düşürdüğü ve üvey evlat muamelesi yaptığı toplum
kesimlerinin bazı hususlara çok dikkat etmesi gerekmektedir. Dersim
hadisesinde o günkü Atatürkçü devlet kadar, Seyit Rıza ve taraftarlarının
da, o gün isyan eden veya muhalefet eden herkesin de az veya çok olan
bitende sorumluluk payı, eksiği, kusuru, yanlışı, günahı olabileceğini de
teslim etmek durumundayız (Seyit Rıza’nın ‘Kerbela evladıyız, hatasızız”
inanışı ve Şeyh Said kıyamında takındığı tutum gibi). Bu makale kesinlikle
Dersimlileri, Seyit Rıza ve arkadaşlarını haklı çıkarma, kusur ve
yanlışlarını da savunma yazısı değildir. Tıpkı o günkü Atatürkçü Devleti
yerden yere vurma, karalama yazısı olmadığı gibi. Bu ülkede Dersimliler,
Aleviler, Sünniler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Sosyalistler yani bu
ülkede zulme uğradığını ifade edenlerin kendilerini gözden geçirmeleri,
evlerinin yani kafalarının içini ve davranışlarını gözden geçirmeleri
zorunludur. Bu ülkede yalnız rejim, devlet mi günahlarla, yanlışlarla malȗldür. Hiç kimse sütten
çıkmış ak kaşık değildir. Bunca tuğyan, bunca zulüm varken habersiz olmak
ya da sessiz olmak bile hatadır, kusurdur. O nedenle herkes, her kesim
geçmiş muhasebesini yapıp kendini düzeltmeli, yek diğerini anlamaya
çalışmalı ve ondan sonra hep birlikte nasıl kurtuluruz ana sorunlardan ve
birlikte yol alırız diye çaba sarfetmelidir. Örneğin bu ülkede Alevilerin talepleri
arasında okullardan zorunlu din derslerinin kaldırılmasının yer alıp da
“Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi” dersinin kaldırılmasının yer almaması
bana samimiyetten uzak ve kusurlu bir tavır olarak gelmiştir hep. “Kim
olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana” tavrımızı asla
yitirmemeliyiz. Hepimizin niyeti, hedefi gerçeği, aleyhimize de olsa,
canımızı yaksa, bizi kızdırsa, rahatsız etse de yalnız ve yalnız gerçeği
aramak ve dile getirmek olmalıdır. Herkesin ve her kesimin mücadelesi
yalnız ve yalnız hakkın-hukukun ikamesi ve adaletin tesisi olmalıdır.
Kendi için istedikleri iyiliğin, hayrın, adaletin bütün toplumu (hatta
daha da öte bütün dünyayı) kapsayacak şekilde olmasını dilemeli ve
savunmalıdırlar. “Bin kez zulme uğrasalar da, bir kez dahi zulüm yapmaktan
kaçınmalıdırlar-Hz. Ali”. “Zalimler, mazlumların öğretmeni değildir,
olmamalıdır da-Aliya İzzetbegoviç”. Yarın hȃkim konumunda ve hüküm makamında olsalar
dahi dün şikȃyet ettikleri şeyleri asla başkalarına, kendi gibi olmayanlara
yapmamalıdırlar. Devlet kimsesizlerin kimsesidir ve varlık sebebi o
devletin hȃkimiyet alanı içindeki herkesin, ayırt etmeden hakkını, hukukunu
korumak ve adaleti tesis ederek barış ve huzur içinde birlikte, beraberce
yaşamalarını sağlamakla yükümlüdür. Kanaatimce Kemalist-Atatürkçü proje
(paradigma) iflas etmiştir. Ama yerine neyin ikame edilmesi gerektiğine
dair bütün toplum kesimlerinin ciddi, seviyeli ve olgun bir şekilde
tartışmaları ve birlikte bir çözüm üretmeleri kaçınılmazdır, hayati bir
gerekliliktir.
- Dersim’den çıkarılacak ve unutulmaması gereken çok ders, yazılacak çok şey var ama arif olan anlar ve lafın kısası makbuldür diyerek söze bir nihayet verelim. Kur’an’ın İbrahim suresi 42. ayette yer alan “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor” emr-i ilahisinden hareketle merhum Said-i Nursi’nin “zalimler için yaşasın cehennem” sözüne ben de iştirak ediyorum. Seyid Rıza’nın idam sehpasına yürürken, “…Bu ayıptır, zulümdür, cinayettir!” diyen çığlığının duyulacağına ve idam edildikten sonra bilinmeyen bir yere gömülse de (kaderin garip cilvesine bakın ki kimilerinin bir mezar taşı, ziyaret edilebilecek bir kabri bile yokken, kimilerinin türbe, anıtkabir ve anıtmezarları var- (Dirilerinden de korktular ölülerinden de, Zaman, 11.12.2011), unutulsa, unutturulsa da, Dersim veya başka yerlerde, geçmişte ve günümüzde mazlum olanların ahlarının yerde kalmayacağına, bu dünyada olmasa bile “hesap günü”nde haklarının iade edileceğine, mağduriyetlerinin giderileceğine ve ecirlerinin (ücretlerinin, kazandıklarının) tastamam ödeneceğine dair inancımın tam olduğunu belirtmek isterim. O gün zalim de, mazlum da anlayacak Mutlak anlamda güç sahibi, hesap sorucu ve mükafat-ceza verenin kim olduğunu. Bunu anlayan, inanıp ona göre yol tutanlara selam olsun.
Dersim Dört Dağ
Arasında* isimli Dersim Türküsü’nün sanatçı Ahmet Kaya tarafından güzel bir
yorumunu şu linkten dinleyebilirsiniz. http://www.dinlersiniz.com/ahmet-kaya/dersim-dort-dag-icinde.html
Kaynaklar:
2.
"Dersim'i bombalama emrini alan Sabiha
Gökçen, 1956'da Milliyet gazetesinde Halit Kıvanç'a verdiği röportajda şöyle
diyor: "Ata'nın verdiği tabancayı şöyle bir yokladım. Hiç lüzumu
olmayacağı hissi vardı içimde(...) Ayrıca 'canlı ne görürseniz ateş edin' emri
almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk."('Burada
çok cevherler var!', Leyla İpekçi, Zaman, 27.12.2011)
9.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19321952.asp
; http://www.aktifhaber.com/ahmet-altan-dersim-ezberini-bozdu-520986h.htm
; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19312315.asp
; http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=CB8016A259C20BD8CF851C6EEAC703F0?yazino=1206485
; http://bugun.com.tr/kose-yazisi/176453-dersim-kivranislari-makalesi.aspx
; http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2011/11/27/anladi-pasa-dedesi
; http://www.haber7.com/haber/20111128/Ataturk-vurun-dedi-Dersimi-vurduk.php
; http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1205730&title=basbakan-73-yil-onceki-katliamin-belgelerini-acikladi-dersim-ozru
; http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=29931&y=HilalKaplan
; http://www.sondakika32.com/haber-244-Dersimin-canli-tanigi-o-gunu-anlatti.html
; http://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-in-ozru-tarihidir-kilicdaroglu-nun-tavri-aciklidir-/siyaset/siyasetyazardetay/26.11.2011/1467515/default.htm
; http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1206766&title=hasta-ataturk-seyid-rizanin-asildigi-gece-elazigda-ne-yapiyordu
; http://www.stargazete.com/yazar/ahmet-kekec/iyi-dusundunuz-mu-arsivler-acilsin-mi-haber-400444.htm
; http://haksozhaber.net/sahi,-katliam-ve-diktatorluk-bu-degilse,-nasil-bir-seydir-23246yy.htm
; http://www.ilkehaber.com/yazi/tarih-ve-erdogan-2949.htm
; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19329924.asp
; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19321980.asp
http://dersimnews.com/dersim38/seyit-riza-idam-edilmeden-once-atatuturkle-gorustu.html
Eline sağlık. Çok güzel bir çalışma tsbrik ederim.
YanıtlaSil