28 Şubat 2023 Salı

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER -XI- Devlet Kavramı Üzerinde Düşünmek

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER

XI.

Devlet Kavramı Üzerinde Düşünmek


“…Deprem bölgesinde her şey var, sadece devlet yok diyen kanı bozuklar size söylüyorum; devlet baktığınız ve bastığınız her yerde tüm heybetiyle, tüm haysiyetiyle, tüm hükümranlığıyla havidir, hakimdir, hadimdir… Devletin yapamadığı, yatıştıramadığı ve yetişemediği ne vardır da ahbapçılar -antrparantez; Devlet’in (Bahçeli) haberi olmayabilir ama yeni ortaya çıkarıldı ki depremin 3. gününde bir devlet kuruluşu olan Kızılay, sivil bir yardım ve iyilik hareketi olan ahbap’a ücreti mukabili çadır hatta bir iddiaya göre gıda malzemesi bile satmış!- ve babalacılar, akbaba gibi kanat çırpmaktadır?(eee şimdi akbaba kim oldu bu durumda)... Devleti acz içinde gösterircesine sosyal medyaya üşüşenler bindikleri dalı kestiklerini ne zaman anlayacaklardır?” *

Şairin-NFK bir şiirinde tanımladığı “Çatık kaş… Hükümet dedikleri zat”lardan biri olan Bahçeli, ister hazırlanmış metni prompter’den okusun isterse ‘haksız ve hamasi temelli siyasi eleştiri yapmak için fırsat kollayanlar’ diye suçladığı kesimlere ağız dolusu hakaret edip ‘hesaplaşma vakti’ ile tehdit etsin. Ayrıca ilaveten ‘be ahlaksız, be namussuz, be adi’ gibi tahkir, tezyiflerin ve ‘not etme’ tehditlerinin de havada uçuştuğunu zikredeyim. Evet bunlar nahoş ve sevimsiz şeyler ama benim esas ele almak istediğim bu husus değil.

(Bahçeli) Devlet’in öyle bir devlet tarifi var ki, asıl dehşet verici olan ve üzerinde durulması, konuşulması gereken konu o.

 

Epey zamandır devlet kavramı üzerinde düşünüyorum, kafa yoruyorum. ‘Devlet’in, Devlet kavramı hakkında konuşması bu konuya dikkat çekmek ve giriş yapmak için bir vesile oldu. Ayrıca bugün 28 Şubat’ın yıldönümü olması hasebiyle bu konuda da bir şeyler söylemek istiyorum. Aslına bakarsınız devlet kavramı ile 28 Şubat darbesi arasında bir bağlantı da yok değil.

 

Bahçeli’nin tarifine göre devlet, tabiri caizse her yerde hazır ve nazır, hâkim, hükümran, her şeyi yapabilen, muktedir, her yere ve her şeye yetişen, hesap soran adeta ‘eksiklik ve noksanlıktan münezzeh kutsal bir varlık’. Bir 10 Kasım’da Koç Holding’in bir görselinde Mustafa Kemal için “olmasaydın… olmazdık” demesi gibi bir aşırılık söz konusu. Bu ifade aslında milli mücadeleyi tek bir kişiye indirgeme, mal etme gayreti ve bir açıdan da bir insanı, insan üstüleştirme çabası idi (Laf aramızda adı geçen holding kendi açısından haklı, zira tek parti zamanında var oldu, olduruldu, palazlandı.)

Ara sıra çeşitli icraatları nedeniyle “Devlet kendini (haşa) Tanrı zannediyor” diyordum, meğer şaka değil gerçekmiş. Daha da ötesi Bahçeli yine öyle bir devlet millet ilişkisinden bahsediyor ki – ‘Türk yönetim felsefesine göre, devlet millettir, millet devlettir, tarihin zor ve zahmetli dönemlerinde bu ikisini ayırt etmek asla mümkün olmamıştır’, adeta tasavvuf düşüncesindeki ‘vahdet-i vücut’ nazariyesini hatıra getiriyor.

Hatta Bahçeli ve benzerlerinin öyle bir devlet anlayışı var ki, Tanrı kavramından bile ötede nerdeyse. Bu Tanrı Devlet kullarını, tebaasını ne kendi haline bırakıyor ne de onlara bakıyor, el uzatıyor, millete hadimim (hizmetkarım) dese bile bu çoğu zaman lafta kalıyor, görevini yerinde ve zamanında gereği gibi yapmıyor. Devlet kendisi aleyhine işlenen suçları affetmiyor ama millet aleyhine işlenen suçlar için sık sık af çıkartıyor. Halbuki İslam inancında Allah şirk hariç her türlü günahı affedebileceğini belirtirken, insanlar aleyhine işlenen suçları affetme konusunda aynı sözü vermediğini ifade ediyor.

Rivayet odur ki, Sultan Süleyman (ki dünya ona da kalmadı) devletin bekası için en büyük oğlu ve tahtın varisi Mustafa’yı çadırında cellatlarına boğdurttuktan sonra bunalıma girmiş. Damadı Rüstem, “Devletlü padişahım, olan oldu, artık bu hadiseyi geride bırakıp unutsanız” dediğinde “Sen beni nasıl anlayacaksın Rüstem, devlet senin değil, evlat senin değil” diye cevap verdiği söylenir. Buradan hareketle hep söylerim, devlet için kendi öz evladını bile gözden çıkaran bir zihniyet bizlere, halka neler yapmaz. Devlet nezdinde hangimizin can, mal, namus, inanç ve fikir hürriyetinin bir değeri kalır ki? Netekim yakın ve uzak tarihe baktığımızda da kalmadığı görülüyor.

‘Nerede bu devlet’ diyenler dahi çoğu zaman devleti çağırdığına çağıracağına pişman oluyor, ‘gölge etme, başka ihsan istemem’ demek durumunda kalabiliyor.

 

Halk “Allah devlete, millete zeval vermesin, devleti başımızdan eksik etmesin” diye dua ederken, devlet kendi varlığını tehlikede hissettiği zaman “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerekten ‘devletin bekası & korunup kollanması’ için 29 Ekim (bir görüşe göre), 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz sahneye konulmakta, yine bir görüşe göre asıl devlet partisi (seçimlerle değişmeyen iktidar erki-koalisyonu) tarafından legal illegal, açık gizli her operasyon icra edilebilmektedir. ‘Elveda Güzel Vatanım’ romanındaki o çarpıcı ifadede olduğu gibi “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.” O derinlik ve karanlıkta yüz yıllık dönemde birçok bilinen, bilinmeyen; fail-i malum ya da meçhul olaylar vardır.

Devletçi, milliyetçi, Türkçü bir ideolojik çerçevesi olan, devlet kavramına yukardaki gibi bakan, yüzeyseli ve derini, görünür görünmeyen yüzü ile devletin bir partisi, aparatı olan, devletin nizami ve gayri nizami, rutin ve rutin dışı işlerinde gönüllü (milis, paramiliter) ya da resmi olarak görev almış üyeleri olan bir partinin ideolojisi, bakışı, anlayışı böyle olabilir hatta bu yer yer faşizme kadar bile uzanabilir. Bunu kabul etmeyip hastalıklı bulsak da bu tarihsel, aktüel ve reel bir durumdur.

 

Fakat devletin imparatorluktan cumhuriyete evrildiği yıllardaki hakimiyet mücadelesini kaybedip ikinci grup olma konumuna düşen, partisi/partileri kapatılan (terakkiperver cumhuriyet, demokrat parti, refah partisi vb), yoğun bir baskıya ve zulme maruz kalan kesimlerden biri olan muhafazakâr-mukaddesatçı-dindar kesim için böyle bir devlet mentalitesinden uzak durulması gerektiği kanaatindeyim. Zira böyle bir devlet anlayışı, İslam’ın biricik ilkesi, temeli, esası olan Tevhid’e aykırıdır ve İslami literatürde bunun adı Şirk’tir, Allah’a ait olan sıfatların birini veya birkaçını O’ndan başkasına verme, tanımadır. Bir nevi devleti putlaştırmadır. Yine İslam inancında kutsal olan yalnızca Allah’tır. Devlet asla kutsal değildir, sadece ve sadece insanların birlikte yaşamak için ürettikleri, icat ettikleri bir organizasyon şeklidir. Yokluğu türlü sorunlara yol açabildiği gibi; eğer yerini, görevini ve sınırlarını bilmezse varlığı da bir çok soruna yol açar, açmıştır da. Hatta 'varlığı, kerameti kendinden menkul', hesap vermeyen hatta sorul-a-mayan bir şeye dönüşürse, halkın devletin elinden çok çekeceği vardır, netekim çekmiştir de. Devletin varlığı, yokluğu, ne’liği, niteliği, insanlara ne kattığı, ne verip ne aldığı gibi her konu tartışmaya açılmalı, açılabilmeli; devlet birilerinin, bazı kesimlerin arpalığı, nemalandığı yer olmamalıdır. Kene gibi, sülük gibi devlete yapışanlar, devlet olmasa makam mevkilerinden, aş işlerinden, türlü türlü imkanlardan, avantajlardan, fırsatlardan olacakları görülmeli, fark edilmelidir. Devlete sırtlarını dayamasalar, devlet kapısına kapılanmasalar bir ton insanın bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı, olmayacağı basiret ve feraset sahibi herkesin malumudur. Devlet ne kadar büyür ise, milletin hareket alanı o kadar küçülür, ekonomik olarak yükü (vergi ve diğer) artar ve özgürlük alanları kısıtlanır. Devlet hele bir de Tanrılığa soyunursa milletin giyim kuşamından, yaşam tarzından, inancına kadar her şeyini belirlemeye kalkar, cüret eder. Kendisini çoban, halkı da güdülecek bir sürü olarak görmeye başlar.

 

Ne yazık ki Platon’dan günümüze kadar dünyada ve bu ülkenin özellikle sosyalist ve liberal kesimlerinde enine boyuna tartışılan devlet kavramı, milliyetçi ve dindar kesimlerde esas itibariyle nerdeyse hiç tartışılmamış, gündem bile teşkil etmemiştir. Devlet ele geçirilmesi ve elde tutulması gereken bir şey gibi görülmüştür. Devleti ele geçiren her kesim, ona sahip olup onu evinin kadını, hizmetçisi, marabası yapmak istemiş, halka efendilik hatta daha da öte bir nevi tanrılık taslamıştır. Kendisine itaat, biat etmeyenleri, sadakat göstermeyenleri yok etmeye, olmazsa asimile ya da entegre etmeye o da olmazsa onlara ülkeyi dar (ağacı dahil) ve zindan etmeye çalışmıştır. Devlet, ülkeyi kendisine kayıtsız şartsız itaat edenler için bir cennet, etmeyenler için de cehenneme çevirmek için elinden geleni ardına koymamıştır, kendisi uğrunda ölenler için şehitlik payesi bile bahşetmiştir. ‘Devlet için kurşun atan da yiyen de şerefli’ kabul edilmiş, çatlı-çakıcı-peker-yılmaz gibi mafyöz yapılarla içli dışlı olunmakta bir sakınca da görülmemiştir.

 

Kırk yıldır dindar kesimin içinde olan biri olarak bugüne kadar İslami cenahta Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen’in “Devletin Tanrılaşması” adlı çalışması dışında devlet konusunu ele alan başka bir kitaba, çalışmaya rastlamadım, okumadım desem yalan olmaz. Dindarların bugüne kadar devlete, sisteme, rejime eleştiri itiraz ve şikayetleri (çok az da olsa bazı kişi ve çevreler hariç) genelde devletin onlara her türlü baskı uygulayarak üvey evlat muamelesi yapması, inançları doğrultusunda diledikleri gibi yaşamalarına izin vermemesi ve devletin imkanlarından uzak tutmaları ile sınırlı idi. Gelinen nokta artık açık seçik göstermiştir ki, dindar muhafazakâr kesimin devlete, 28 Şubat’çı baskıcı ve yasakçı kafaya karşıtlığı, bu baskı ve yasakların kendilerine yönelmesi nedeni ile imiş. Yoksa kendileri dışındakilerin ne o gün ne de bugün uğradığı baskı ve haksızlıklar umurlarında bile değilmiş. Elbette devlet ve hükümet birbirinden farklı kavramlardır. Fakat cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında devlet-parti-hükümet içiçe geçip nasıl parti devletine dönüşmüşse, son beş yılda da aynı görüntü söz konusudur. İşin acı ve vahim olanı, 28 Şubat Süreci’ne kendileri iktidar ve muktedir olana kadar itiraz edip eleştiren dindar muhafazakâr kesim, bugünkü ahval ve şeraiti canhıraş bir şekilde savunmakta, hatta daha da ileri giderek kötü, olumsuz şeyleri devlete mal edip devletin işi, kararı olduğunu etrafa yayarken, iyi ve güzel şeyleri sadece kendilerinin hesabına yazmaktadırlar. Tek başına hükümet olma imkanını kaybettikleri 7 Haziran 2015’ten beri de iktidarda kalabilmek ve sürdürebilmek için her yol ve yönteme başvurmaktan çekinmemektedirler. Halbuki Aliya’nın (İzzetbegoviç) şu sözünün asla unutulmaması gerekirdi. “Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah’ın önünde hesap verecektir.

 

28 Şubat (post modern darbe) süreci, Ergenekon adı altında örgütlenen eski (Kemalist, Atatürkçü, Ulusalcı, militer) rejimin, asker-siyasetçi (MHP ve Devlet Bahçeli de dahildi)-bürokrat-iş adamı-sendika-yargı-üniversite ve diğer ayaklarının kendileri gibi olmayan diğer, öteki halk kesimlerine karşı bir taarruzu idi. AKP, ilk on yılda bu koalisyonu püskürttü, geriletti. Fakat son on yılda ve özellikle 15 Temmuz sonrası, 28 Şubat’çı Ergenekoncu yapı ile (MHP ve Devlet Bahçeli dahil) tekrar bir araya geldi. O günden beri 28 Şubat’ın dindar kesimlerin de dahil olduğu bir başka şeklini, sürecini yaşıyoruz. 28 Şubatçı bir paşanın “bin yıl sürecek” demesi bu anlama mı geliyordu acaba? diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Zira devlet daha bir tahkim edildi, 28 Şubatçılar kaybettikleri eski mevzilerini tekrar kazandılar, hain! diye tanımladıkları eski ve yeni iç ve dış düşmanları! ile tekrar mücadeleye giriştiler. Aslında dünden bugüne devlet zihniyeti özde değişmedi, sadece ittifaklar ve koalisyonlar değişti. Demokrasi ve özgürlük bağlamında daha ileri, üst bir level’e(seviyeye) geçmek yerine geriye dönüldü, ricat edildi. Diyanet’in mahkemeye baş vurup hukuk marifetiyle bir Kur’an mealinin (Yaşayan Kur’an – R. İhsan Eliaçık) “İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermekte olduğu” iddiası ile basım, dağıtım ve satışını yasaklatması, mevcut nüshalara el konulup toplattırması neo 28 Şubat’ın hangi aşamaya vardığını göstermesi açısından manidar ve düşün-dürtücüdür. Dini engizisyona doğru gidişin bir adımı olarak sayılabilecek bu son gelişme, yeni 28 Şubat konusunda fikir vermek bakımından ilginç ve önemlidir. Devlet, toplumu bütün farklılıkları ile kabul etme yerine, geçmişte olduğu gibi yine tek tip (üniform'alı) bir şekle sokmak, onun da ötesinde yüzyıllardır din zaten devlete tabi olmasına-kılınmasına rağmen onu dahi tek tip yapmak istemektedir. Bu eski Ergenekoncuların 28 Şubat’ından bile daha öte ve baskıcıdır. Keşke baskıcı (dikta) ortamların mücadeleci insanların dirençlerini arttırıp samimiyetlerini test etmesi yanında, büyük çoğunluğu suskunlaştırdığını, münafıklaştırdığını, yalaka-yağcı-yavşak tiplerin sayısını çoğalttığını bilselerdi. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasakların ortadan kaldırılması için yola çıkmış bir hareketin dönüp dolaşıp varacağı nokta bu olmamalı idi, herkes için ekmek ve özgürlük olmalı idi. Fakat hakkını yemeyelim dindar muhafazakâr bir partinin uzunca bir süre iktidarda olması ve de muktedir olması, demokrasinin amaca götüren bir araç olmadığı, istenildiği zaman inilemeyeceği, bugünün modern toplumunda farklı inanç ve fikirde olanların bir arada ve barış içinde yaşaması için elzem olduğunun; laikliğin de inanç ve fikir ifade özgürlüğü açısından dindar kesim dahil herkes için önemli ve lüzumlu olduğunun fark edilip anlaşılması açısından faydalı oldu. Dini nitelikli parti, tarikat, cemaat ve yapıların da iktidar mücadelesinin ne kadar acımasız ve hatta kanlı olabileceği de ortaya çıkmış oldu.

Bir zamanlar Mısır'daki İhvan'a yapılan askeri darbe, Rabia meydanında katliama dönüştüğü için Rabia işareti darbeye itiraz sadedinde meşhur olmuştu. Bu işaret 15 Temmuz 2016 sonrası; “Tek devlet, Tek millet, Tek bayrak, Tek vatan”a dönüştü. 2017’de bunlara “Tek lider, Tek ses” eklendi. 2023’te “Tek Kur'an meali” eklendi. Maazallah ileride “Tek tefsir, Tek siyer, Tek ilmihal, Tek içtihat, Tek mezhep, Tek …” de yolda herhalde.

 

Aliya’nın (İzzetbegoviç) dediği gibi “Savaş (mücadele, dava, direniş, cihad) ölünce değil, düşmana (karşınızdakine, muhalifinize, rakibinize) benzeyince kaybedilir.

Bu mücadele, dava, hareket birileri için hem de büyük bir çoğunluk için çoktan kaybedildi bile, seçim kazanılsa ne olur, kazanılmasa ne olur. Önemli olan toplumun ve insanlığın maşeri vicdanında kazanmak, haklı ve meşru çizgiden asla ayrılmamak, taviz vermemektir; ne pahasına olursa olsun başarmak ve kazanmaktansa, mazlum olarak yenilmek, kaybetmek hatta ölebilmektir asıl olan. “Artık yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer, göklerden gelen bir karar” da yoktur. Okçular tepesindekiler uzunca bir süredir zafer (iktidar) sarhoşu olmuş, ganimet toplama telaşına düşmüşlerdir. Bir tespite göre, “devlet, ele geçirilene kadar ‘tağut’, ele geçirilince ‘mabut’ oluvermiştir.

 

28 Şubat’ın yıldönümünde 28 Şubat’la ilgili iki yıl önce yazdığım bir yazımı tekrar dikkatlerinize arz etmek isterim. ** 

O süreçte fişlenmiştim, adım-eşkalim belli idi, bu yeni süreçte de fişlendiğimi zannediyorum, ama bunu ispatlayacak ne bir savcı ne de bir merci yok artık! Adım-eşkâlim o zaman da belli idi, şimdi de bellidir.

Haydi hep beraber hür ve özgür bireyler olarak adil ve müreffeh bir şekilde yaşamak isteyen bir topluluk, toplum -ideal olarak kalsa ve hayali de olsa (ki hayali bile güzel)- olarak böyle bir devlet kavramı üzerinde birlikte düşünelim, gerçekleştirmeye çalışalım. Zira hukuk olmazsa devletten değil, kabileden ya da muz cumhuriyetinden bahsedilir. Artık yeni 28 Şubat’lar, 15 Temmuz’lar ve 12 Eylül’ler olmasın. Bu toplumun, halkın hiçbir ferdi etnik, dini, mezhebi ve diğer farklılıklarından dolayı diğeri, öteki, başkası, üvey, garip, itilmiş-kakılmış olmasın; mazlum, mağdur, mahrum, maznun ve müstaz’af olmasın.

 

İki yıl önceki yazımın son paragrafı ile bitirmek istiyorum.

“Medeni, adil, özgür insanlar olarak; karşılıklı birbirlerinin farklılıklarına, hak ve hukuklarına saygı duyduğu; kendisi dışındakilere empati ve sempati ile yaklaştığı; kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, itip kakmadığı; barış, hoşgörü ve kardeşlik içinde yaşadığı bir toplum olmak pekâlâ mümkün, zor da olsa asla imkânsız değil. Elbette herkesin, her kesimin üzerine düşeni yapması, öz eleştiriden kaçınmaması, eleştiriye açık ve hoşgörülü olması, gerekirse içinde bulunduğu mahalleyi karşısına alma cesareti göstermesi kaydıyla.” ***

 

 

https://www.iha.com.tr/haber-bahceli-devlet-baktiginiz-ve-bastiginiz-her-yerde-1147893/

 

** https://www.akademikakil.com/fislenmisim-adim-eskalim-bilinmekte/irfanyalcinkaya/


*** Benim Yolum / Tababet Sanatının İcrası İle Geçen 33 Yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2021, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html




3 yorum:

  1. Değerli bir çalışma olmuş

    YanıtlaSil
  2. teşekkürler, beni haklı çıkaran sıcak bir gelişmeyi de not edeyim, "Bahçeli bu kez de depremzedeleri azarladı. Dağılın gidin indirin şunları! MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, depremzedeleri ziyaret etmek için gittiği Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesinde depremzede vatandaşları azarladı. Bağırarak slogan atan halka tepki gösteren Bahçeli "Sabote etmeye hakkınız yok. Sessizlik olacak dağılın gidin!" dedi.
    https://www.yenicaggazetesi.com.tr/devlet-bahceli-bu-kez-de-depremzedeleri-azarladi-araya-soylu-girdi-635669h.htm "

    YanıtlaSil
  3. devlet konusunda söylenecek, yazılacak çok şey var elbette, ama bu konuda bir not daha düşmek isterim. devlet eğer tüm halkı, bütün kesimleri ve farklılıklarıyla kucaklamazsa, varlığını ve iktidarını devam ettirebilmek için kendi taraftarlarını, bağlılarını destekler, kışkırtır, iç ve dış düşmanlar icad eder, toplumu ayrıştırır, kutuplaştırır, çatıştırır, halk biribiriyle uğraşırken o da iktidarının keyfini sürer. Kur'an Kasas 4'de bu yöntemi şöyle tanımlar; "Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı."

    YanıtlaSil