26 Temmuz 2024 Cuma

TUNA, VLTAVA VE ELBE NEHİRLERİNİN ETRAFINDA DOLAŞIRKEN (Orta Avrupa İzlenimleri)

TUNA, VLTAVA VE ELBE NEHİRLERİNİN ETRAFINDA DOLAŞIRKEN (Orta Avrupa İzlenimleri)

“Çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” derler ya öteden beri. Neden illa birini seçmek zorunda kalalım diye düşünmüşümdür. Çok okuyan ama ona nispetle az gezen biri olarak böyle bir münazaraya girmek istemem. Zira bilmek için ikisi de önemlidir, değerlidir, yerleri ayrıdır, birini diğerine tercih etmek gerekmez. “Hem okudum hemi de yazdım” türküsünden hareketle insan “hem okumalı hemi de gezmeli”, elbette maddi olanakları, vakti ve koşulları elverdiği ölçüde.

Okumak, gezmek dedim de yurtdışına yaptığım gezileri hem kendim ve hem de meraklısı için kaleme almaya çalışıyorum, en son geçen yıl İspanya turu izlenimlerimde olduğu gibi. (1) Sadece gezdiğim yerleri yazmaya çalışmakla kalmayıp seyahatlerini kitaplaştıran başkalarının yazdıklarını da okudum, okumaya da devam ediyorum. (2)

Geçen yıl eşime nasipse her yıl bir yurtdışı geziye çıkmaya söz vermiştim. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gidilecek tur programını o araştırıp belirledi. Aynı turizm firmasının bu sefer Büyük Orta Avrupa Turu (Salzburg konaklamalı)’nda karar kılınıp 24 Nisan’da birlikte gidip ödemeyi yapıp kesinleştirdik. Dört kişi için (3. ve 4. oğlanlarla birlikte) 2 696 Euro (91 250 TL, 1 Euro: 35 küsur TL) ödedim.

Geçen yıl olduğu gibi yurtdışı seyahat sağlık sigorta poliçesini uğraşmamak için ödemeyi yaparken firma aracılığı ile yaptırmıştım. Fakat sonra en büyük oğlan pahalı olduğunu, normal bir sigorta acentesinde daha ucuza yaptırabileceğimi söyleyince iptal ettirip paramı iade aldım ve kendi sigortacıma yaptırdım. Kişi başına 7.5 Euro öderken firma benden bunun 3.5 katını tahsil etmişti. Ayrıntı ve ilgisiz gibi görünen bazı hususları özellikle not düşüyorum ki, yurtdışı gezisine çıkacak olan bazı kişilere bir nebzecik de olsa ışık tutup yardımcı olmak istiyorum.

Yine yurtdışında iken önemli konulardan biri de iletişim olup geçen yılki gezide yurtdışında internet paketi alarak halletmiş ve bu da oldukça pahalıya gelmişti. Bu yıl herkese yurtdışına çıkmadan önce kullandığımız GSM operatöründen haftalık internet paketi satın aldık. Whatsapp üzerinden yazışıp arama yaparak birbirimizle ve yurtiçindekilerle haberleşmemizi sağladık. GSM operatörümüzle anlaşması olmayan iki ülkede sorun yaşamamıza rağmen çok sıkıntı çekmedik. Konakladığımız otellerde kablosuz internet ağı olduğu için zaten problem yoktu.

Bu ülkedeki tuhaflıklardan biri de yurtdışına çıkış harcı diye bir şeyin olmasıdır. “Bu uygulama ilk olarak 1 Ağustos 2001'de başlamış. O tarihte harç bedeli 50 Amerikan doları karşılığı Türk lirasıymış. Harç bedeli 1 Nisan 2007'de 15 Türk lirası, 1 Ağustos 2019'da 50 Türk lirası, 18 Mart 2022'de 150 Türk lirası iken” yolculuk hazırlıklarımız sürerken bu konuda sosyal medyada artış söylentileri aldı yürüdü. (3) Harca büyük bir zam yapılacağı, 1500 TL hatta 3000 TL bile olabileceği telaffuz edildi. Zira ekonomi çok kötü ve enflasyon Aralık 2021’den beri üç haneli rakamlarda idi. İğneden ipliğe her şeye ve vergilere yüzde yüzü aşan zamlar yapılırken bu kalemi elbette unutmazlardı. Sonunda “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikası uyarınca memur, emekli maaşları ve asgari ücretlere zam yaparken TÜİK verilerini dikkate aldığını belirten hükümet, kendi yaptığı zam ve vergilerde kendi kurumunun verilerini dikkate almadığını bu konuda da gösterdi, %233 oranında bir zamla 500 TL yapıverdi. Allah’tan bu zam gezi sonrası yapıldığı için gezi öncesi her an zam gelebilir diye alelacele (zira geçerlilik süresi 1 ayla sınırlı) eski rakamdan ödeyip en azından bu seferlik kurtulduk. Bu harçla ve zamla hükümet sanki “ülke dışına çıkma vatandaş, oturun evinizde be kardeşim, dövizi yurtdışına çıkarmayın” demek istiyor herhalde.

Bavullar, çantalar hazırlandı; yeşil pasaportlar ve yurtdışındaki harcamalar için daha önce tedarik ettiğim 1605 Euro devamlı gözümün önündeki asılı duran küçük çantaya konuldu, ‘check in’ler yapıldı, kedimiz komşuya emanet edildi. Sabah kahvaltı etmeyip sandviçler hazırlanıp taksiye binip metroya, oradan da Sabiha Gökçen Havalimanına vasıl olduk. Biz uçak saatini beklerken oğlanlar Lounge’de vakit geçirdi. Vakti saati gelince Pegasus Havayollarının Amsterdam uçağı ile 8 Haziran 2024 Cuma saat 12’ye doğru havalandık. İki saat süren yolculuk sonrası uçağın tekerlekleri piste değdi.

Budapeşte Ferihegy havalimanında pasaport kontrollerinden geçtikten sonra bile ayrıca kolları dövmeli bir bayan memur tarafından bütün bavullar açtırılıp kontrol edildiği gibi el çantalarımız hatta dövizlere kadar tekrar kontrol edildi. Rahatsız oldum ama bilahare rehberimiz bunun zaman zaman bazı yolculara hatta Budapeşte’de oturmasına ve çifte vatandaş olmasına rağmen kendisine bile uygulandığını belirtince anladım.

Rehberimiz Yaşar Bey elinde turumuzu belirten pankart ile bizi bekliyordu. Grubumuzda bizimle 38 kişi mevcuttu. Rehberimizin kısa bir selamlama ve bilgilendirmesinden sonra tur otobüsümüze bindik ve şehre doğru hareket ettik.

İlk önce Budapeşte’nin hatta Macaristan’ın en büyük ve en ünlü meydanlarından biri olan Kahramanlar Meydanı denilen bir yerde durduk. Meydanın ortasında büyük bir sütun,  arkasında da üzerinde toplamda ondört tane heykelin bulunduğu iki kanat vardı.  Macarlar, tarihlerindeki önemli liderlerin heykellerini meydana dikmişler ve her ismin heykelinin altında, yaşamından bir kesiti anlatan rölyefler bulunmakta idi. Rehberimizin anlatımında bir rölyef dikkatimi çekti ve yakından baktım. Bu rölyefte Macarlarla Osmanlılar savaş halinde olup en üstte hilal ve haçla bu sembolize edilmişti. Aslında tarihe bakılırsa Orta Asya’dan batıya doğru göç eden Türkler’in bir kısmı (Attila komutasındaki Hunlar) Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ulaşırken (ki Macarlar kendilerini Attila’nın torunları olarak görürler) ve Şamanizm inancına sahip iken Hrıstiyanlaştırılırken, bir kısmı da (Alp Arslan, Süleyman Şah, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi …) Horasan, Semerkant ve İran üzerinden Karadeniz güneyinden Anadolu ve Mezopotamya’ya ulaşırken ve Şaman inancına sahip iken İslamlaşmışlardır. Selçuklular ve sonrasında Osmanlıların Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine yürüyüşü ile iki topluluk karşı karşıya gelmişlerdir. Uzun yıllar Osmanlı, Macaristan’ı egemenliği altında tutmuştur. Meydanın tam ortasında, anıtın önündeki demir bir kafes içindeki mezar da ismi bilinmeyen (meçhul) askerin mezarı imiş. Bu sembolik anıt mezar, Macaristan’ın bağımsızlık mücadelesinde hayatlarını kaybeden askerlerin anısına yapılmış. Resmî törenler ve kutlamalar burada yapılıyormuş. Biz orda iken anıt mezarın üzerinde Azerbaycan’ın çelengi duruyordu. Yine meydanın önemli kısımlarından biri de tam ortasında yer alan ikonik milenyum anıtıdır. 36 metrelik sütun üzerinde baş melek Cebrail bir elinde Hristiyanlığın kutsal haçı diğer elinde ise Macaristan’ın ilk kralı Aziz Stephen’in tacını tutmakta imiş. Bu anıt, Macar devletinin temellerinin atılmasının 1000’inci yılı anısına yapılmış. Sütunun tabanını da Macar Krallığı’nın ilk hanedanlığından kurucu Árpád (ki Attila’nın torunlarından biridir) ve diğer 6 kabilenin liderleri çevreliyormuş. Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere Macarlar bu meydanda adeta bütün tarihlerini, önemli isimlerini ve değerlerini yansıtmaya çalışmışlar. Bu meydan, anıtlar ve heykellerin bizde neye karşılık geldiğini sorarsanız kısmen Anıtkabir diyebilirim (orda bile yalnızca iki isme yer verilmiştir). Kısmen diyorum zira Cumhuriyet Türkiye’si Türklerin tarihinin küçük bir bölümü ve son bir yüzyılı iken onlar tarihlerinin sadece bir bölümünü değil adeta hepsini, bin yılı tanımlamaya ve anlatmaya çalışmışlar. Hep söylerim, yine söylüyorum, mazimizle bağımızı koparıp sırtımızı döndüğümüz gün hafıza kaybına uğrayan bir nesil olduk, o günden beri de sorularımız, sorunlarımız bitmek bilmiyor. Binlerce yıllık tarihimizi bir yüzyıla indirgememeli, maziden aldığımız dersler ve güç ile bugünümüzde çalışıp çabalayıp değerlendirerek geleceğe bakabilmeliyiz.

Akabinde kısa bir panoramik şehir turundan sonra Tuna nehri kıyısının Peşte tarafındaki otelimize yerleştik. Gezi boyunca genelde 3 ya da 4 yıldızlı otellerde kaldık. Hele en son kaldığımız Prag’daki otel öğrenci yurdundan bozma, dönüştürme bir otele benziyordu ve muhtemelen Sovyetler Birliği döneminden kalma idi. Budapeşte’deki otel temizdi, fakat son otel hariç hiçbirinde mini bir buzdolabı bile yoktu. Kaldığımız odanın penceresinin sol yanından nehir görülebiliyordu. Hemen karşıdaki sokağın başında muhtemelen evsiz biri yemiş içmiş sızmış yatıyordu. Otele yakın küçük marketten su, içecek filan aldık. Zira suyun beşyüz ml’si (hatta vücuttan tahliyesi bile) bir Euro idi. Büyük sular markette daha hesaplı idi. Otellerdeki şehir şebekelerinin sularının içilmemesi tembihleniyordu. Marketten aldığımız sular bile yavan, tatsız idi. Adamlar soda, mineralli su ve daha çok bira tercih ediyorlarmış. Domuz eti, yağı ve mamulleri birçok gıdaya karıştırıldığı için daha çok tavuk eti tercih ettik, şüphelendiğimiz zaman da sorup öğrendik. Kahvaltı kültürleri de bizimki ile pek uyuşmuyordu. Çay olmadığı gibi bizdeki sıradan bir kahvaltıda bulunabilen şeyler bile yoktu. Daha çok kahve, kruvasan, kek, müsli, meyveli yoğurt gibi şeyler ağırlıkta idi. Kahvaltı ve yemek kültüründe açık ara önde olduğumuzu, dünyadaki sayılı mutfaklardan biri olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.

Otele yerleştikten sonra katılmak istediğimiz ekstra turların parasını ödedim. Macar Çigan, Prag Çek gecelerine ve Prag Vltava Nehri tekne turuna katılmadık. Ekstra turların beş tanesine kişi başı 220 Euro ödedim. Ayrıca Budapeşte Tuna Nehri gece tekne turu için de toplam 100 Euro verdim.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası otobüsümüze binip nehir üzerindeki Erszebet Köprüsü’nden geçip Budin tarafındaki kaleye yürüyerek çıktık. Yol üzerinde Gellert Tepesi’nde elinde büyük bir haç tutan Saint (St., Aziz) Gellert’in büyük bir heykeli görülüyordu. Bu papaz, şaman olan Macarları büyük gayret göstererek hristiyanlaştırmış. Sonunda bir kısım Macar buna kızıp papazı çivili fıçıya koyup tepeden aşağı yuvarlayıp ölümüne sebep olmuşlar. Bu nedenle aziz ilan edilerek tepeye adı verilip heykeli dikilmiş. Kalenin içinde St. Mathias Katedrali’ni, Balıkçılar Kulesini ve diğer tarihi yapıları gezdik. Kale şehre, nehre ve Peşte yakasına hâkim bir tepede idi. Karşıda yapımına büyük paralar harcanan Macaristan Parlamento binası muhteşem mimarisi ile arzı endam ediyordu. Gecesi ve gündüzü ile Budapeşte nehrin iki yakasındaki tarihi yapıları ile harika idi. Tuna nehrinin iki yakasına kurulmuş Budapeşte’ye hayran kaldığımı ifade edeyim. “Kaleden iniş m’olur?” demeyin, yürüyerek indik, tur otobüsümüze bindik. Bu arada Budapeşte’nin üniversitelerinin ve özellikle teknik üniversitelerinin meşhur olduğunu not edeyim. Bu üniversitelerde ders veren birçok isim çeşitli dallarda farklı tarihlerde Nobel ödülleri almış. Ha bu arada Macarca’dan Türkçe’ye geçen kelimelerden biri de varoş’muş. Varoş, (Macarca: város) bir kalenin, şehrin, kentin ya da kasabanın yani merkezin dışında, uzağında kalan mahalle, dış mahalleleri tanımlamak için kullanılan tabirmiş. Benim de çocukluğum ve gençliğim Ankara’nın varoşlarından Etlik Ayvalı’da geçti.

Sonra ver elini Estergon. Budapeşte’nin kuzeyinde kalan Macar ve Türk tarihinde önemli stratejik öneme sahip olan Estergon kalesine yaklaştığımızda mehter marşı ile değil ama rehberimizin cep telefonundan açtığı rahmetli sanatçımız Barış Manço’nun Kurtalan Ekspres ile çıkardığı 45’liğinde düzenlemesini yapıp seslendirdiği o meşhur Estergon Kalesi çalışmasını dinleyerek girdik. Şarkıda “Estergon, Estergon / Yedi krala saray olan Estergon / Biz seni Nemçe (Avusturya) illerine Allah emaneti edip verdik / Ve işte şimdi geri almaya geldik” diyor ama biz almaya değil gezmeye gelmiştik. (4) Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1526 yılında Mohaç Ovası’nda Osmanlı ile Macar ordusu karşı karşıya geldi. Dünya tarihinin en kısa (iki saat) süren meydan savaşında Macar ordusu darmadağın oldu, Macaristan Osmanlı hakimiyetine girdi, Kanuni Budin’e geldi, Estergon kalesi de bu kesin yenilgiden sonra bir ok bile atmadan teslim olmuş. Mohaç meydan muharebesi o kadar Macarların belleklerine kazınmış ki, kötü bir durumla karşılaştıklarında “Mohaç’tan daha kötü ne olabilir ki?” deyimi dillerine yerleşmiş. Macaristan’ın ele geçirilmesinden sonra Osmanlı Avrupa’daki en önemli güçlerden biri olmuş ve Osmanlı hâkimiyeti 150 yıldan fazla sürmüş. Macaristan Osmanlı’dan sonra Avusturya, sonra da Sovyetler Birliği egemenliğine girmiş. Sovyetler dağılınca da özgür kalmış olup hâlihazırda Avrupa Birliği üyesidir. Yakın tarihte Sovyet egemenliğine karşı ayaklanan Macarların başlattığı Büyük Macar İhtilali’nin kanlı bir şekilde bastırıldığını da hatırlatayım. (5) Otobüsten inip de kaleye doğru yürürken sağ tarafta Katolik Kilise’nin okulu vardı, bir tünelden geçip kale yoluna saptığımızda bizi, 1945'ten 1973'e kadar Esztergom (Estergon) Bazilikası Başpiskoposu ve Macaristan'daki Katolik Kilisesi'nin lideri olarak görev yapan Katolik Kilisesi'nin Macar bir kardinali olan József Mindszenty’nin barış için dua eden heykeli karşıladı. Kaleye çıkarken muhtelif büyüklükte kilise çanları yol üzerinde sergileniyordu. Kalenin içinde Osmanlı döneminde cami varmış ve Budin fethi sonrası Sultan 1. Süleyman maiyetiyle burada namaz kılmış. Ondokuzuncu yılda bu caminin bulunduğu alana Macaristan’ın en büyük kilisesini inşa etmişler. Şunu not düşeyim ki, gezi boyunca Osmanlı’ya ait bir tane bile tarihi eser görmedik, muhtemelen geçen zaman içinde Osmanlı izlerini ya biz görmedik ya sildiler ya da zamanla silindi. Estergon bazilikası da diğer bazilika, katedral, kiliseler gibi adeta bir “dini resim ve heykel müzesi” şeklinde idi. Hristiyanların özellikle Katoliklerin İsa (as)’ın haça gerilmesini dinlerinin en temel sembolü yapıp bu acının travmasını iki bin yıldır atlatamadıklarını düşünüyorum. Baba-oğul-kutsal ruh (teslis-üçleme) arasına sıkıştıklarını, bu açmaz-çıkmaz’dan kurtulamadıkları kanaatindeyim. Laf aramızda ne zaman bir baba ve oğlunu görsem “ben de kutsal ruh” diyerek soğuk bir espri de yaparım. Baba-oğula bir de anneyi (Hz. Meryem’i) ilave edersek çık işin içinden çıkabilirsen. İsa ve havarilerinden sonra öyle bir din (özellikle Aziz Pavlus kotardı bu işi), dini ritüeller ve dini hiyerarşi icat ettiler ki, Hz. İsa (onlar göklerdeki babamız diyorlar) göklerden dönüp gelse (ki inançlarında böyle bir mesih inancı da var) dünyada iken anlatıp (Yeni Ahid-İncil) yaşayarak gösterdiklerini (Sünnet’ini) kendi bile tanıyamaz eminim. (Kur’an, Maide, 116. Ayet)

Estergon kalesinin tam ortasındaki bazilikadan çıkıp da kale burçlarına özellikle Tuna kıyısına gidip baktığınızda karşıda Slovakya’yı ve Macaristan’ı Slovakya’ya bağlayan köprüyü (sınır tam da köprünün ortası) görebiliyorsunuz. Tam bu noktaya devasa bir papanın bir krala taç giydirmesi-kutsaması heykeli duruyordu. Bütün Orta Çağ boyunca bu ikili (Kral- Kilise, Din-Siyaset) Avrupa’nın ve Avrupalı’nın ve dünyanın canına (vemalına) okudu, mahvetti. Muhtemelen bizim Tuna’ya baktığımız yerden ecdadımız Kanuni ve Osmanlı askerleri de bakmıştır. Mohaç savaşından sonra Macaristan tahtına oturan János Szapolyai 1528'de Habsburglara karşı Osmanlı İmparatorluğu'ndan destek istedi ve bu durum I. Viyana Kuşatması'na yol açtı. Estergon kalesini rehberimiz eşliğinde ve onun anlatımı ile gezerken sözün burasında Macar kralına tacı giydirenin Kanuni’nin Veziri Azamı Pargalı İbrahim Paşa olduğunu söyledi. Sonrasında bir ara rehbere dedim ki; “Şu aralar tekrar ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisini izliyorum. Mohaç ve Macaristan seferleri bölümlerini izledim. Dizide ilkinde öyle bir konu geçse de sonradan Osmanlıların Balkanlar’daki Akıncı Beylerinden Malkoçoğlu Bali Bey’in giydirmesine karar veriliyor. Biraz araştırınca hem rehberimizin hem de dizideki bilgilerin faklı olduğunu gördüm. Macaristan tümüyle Osmanlı egemenliğine girip de krala taç giydirme söz konusu olduğunda tacı Padişah yerine ikinci sınıf bir Yeniçeri zabiti Sekbanbaşı vermiş. Bu sırada av partisinde bulunan Kanuni Sultan Süleyman, bu hareketiyle Zapolya'ya sıradan bir Osmanlı valisi olduğunu ve krallığının ancak Padişah'ın iki dudağı arasında olduğunu gösteriyordu. (6) Macar Janos Zapolya ölünce geriye karısı ve bebeği kalır. Süleyman kadına şöyle söyler; "Budin'e oğlun yiğit oluncaya dek ben Türk askeri korum, zirâ (oğlun) Budin'i korumağa kadir değildir, düşmanı çokdur, biz iki üç aylık yolda bulunuruz, gelip erişmek kâbil olmaz...". Atalarımızın tarihte kurduğu en uzun ömürlü ve en büyük devlet (imparatorluk) olan Osmanlı’nın Avrupa’da izlerini takip ederken hem gurur duydum hem düşündüm hem de hüzünlendim.

Estergon’dan sonra Macaristan doğasının en güzel bölgesi olan Tuna boylarındaki Visegrad bölgesinde Macar köylerinden geçerek Szentendere Artistler Kasabası’nda mola verdik. Osmanlı’dan kaçan Yunan ve Sırpların kurduğu dar dolambaçlı sokaklarda dolaştık. Hediyelik eşya, Macar acı biber sosu filan aldık, dar bir sokaktan girerek küçük bir dükkânda langos yedik. Bir tür Macar sokak lezzeti olan lángos, küçük parçalara ayrılan mayalı hamu kızartılarak yapılan bir tür düz ekmekmiş ve genellikle üzerine bir tabaka ekşi krema ve peynirlerle kaplanıp üzerine doğranmış soğan veya doğranmış domates serpilen popüler bir otantik Macar atıştırması imiş. Ben hamurunu Antalya’nın bir köyünde oturan kayınanamın bayram arefesinde yaptığı ve bayramda da çocuklara dağıtılan pişi denilen bol yağda kızartılmış hamura benzettim. 

Daha sonra otobüsümüze binip Budapeşte’ye döndük ve şehirde serbest dolaşım için zaman tanındı. Biz de otele dönüp biraz dinlendik. Sonra Peşte bölgesinde ve Tuna kıyısında biraz dolaştık. Macarların meşhur gulaş yemeğinden yedik. Meğer Macar milli yemeği gulaş (kulaşı) da Osmanlı yadigarı değil miymiş? (5) Akşam tur ekibi olarak bir yerde buluşup Tuna nehri tekne turunun yapılacağı yere yürüdük. Tur teknesine binip Türkçe anlatım kanalından verilen bilgileri dinleyip Tuna’da gece gezintisi yaptık. Gece Tuna kıyıları başka bir güzeldi. Anlatılanları dinlerken bir nokta dikkatimi çekti. Macarlar ülkeyi ele geçirmelerini fetih olarak nitelerken, Osmanlı ve diğer Macar olmayan toplulukların yaptıklarını işgal olarak niteliyordu. Bu da fetih ile işgal arasında ince bir çizgi olduğunu, kavramın göreceli olduğunu, kime ve neye göre değişebileceğini düşündürttü. Tuna, Budapeşte ve Slovakya’da bulanık ve çamurumsu bir renkte akıyor, Viyana’da biraz berraklaşıyordu. Almanya'nın güneyinde Karaormanlar bölgesinde Breg ve Brigach nehirlerinin 678 metre yükseklikteki Donaueschingen'de birleşmesiyle meydana gelen, Romanya’da Karadeniz’e dökülen, Avrupa’nın en büyük ikinci nehri olan ve on ülkenin topraklarından geçen Tuna (Duna, Danube) nehrini ilk defa Bulgaristan gezimiz sırasında Silistre şehrinde görmüştük. Yine Tuna deyince aklımıza Bulgaristan sınırları içinde bulunan Plevne şehri ve meşhur marşı da gelir. “Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Ünü büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor”. (6)

Budapeşte’de geçirdiğimiz ikinci gecenin sabahında kahvaltı sonrası yola revan olup Slovakya’ya başkent Bratislava’ya eriştik. Bratislava’nın tarihi yapılarının bulunduğu eski şehrin Tuna nehri kıyısında gezdik. Sovyetler Birliği döneminde dinin yasak oluşundan dolayı mabet dışı amaçlarla kullanılan kiliseler, muhtemelen halkın zamanla Hıristiyanlıktan soğuması nedeniyle sonrasında da birçoğu resim heykel müzesi, tiyatro, konser salonu, kütüphane gibi amaçlarla kullanılıyormuş. Pazar günü olduğu için ayin yapılan bir kilisenin içine girip biraz seyrettik. Gerek Macaristan gerek Çek-o-Slovakya başşehirlerinde komünist döneme ait estetikten yoksun, işçiler için yapılmış toplu konutlar şehrin belirli bölgelerinde göze çarpıyordu. Metrekare olarak oldukça küçük, şanslı olanın balkonlu olduğu bu site ya da apartman tarzı konutlar evet barınak ihtiyacını gidermiş gidermesine de muhtemelen ömür törpüsü de olmuştur.

Bratislava’nın eski şehir merkezinde meydana yakın köprünün yanında Nazi dönemi Almanya’sında aralarında Yahudilerin de uğradığı mezalimi tablolarla anlatan bir açık hava sergisi-müzesi vardı. Yahudiler dünya çapında medya, sinema, akademi ve iktisadi alanlarda güçlü olduklarından Nazi Almanyası döneminde Avrupa’da sadece kendileri zulme uğramış gibi bugüne kadar dünyaya lanse ettiler, kendileri dışında zulme uğrayan toplulukları anmaya bile değer bulmadılar, kendilerininkini bile biri bin yaptılar, hayali film senaryoları, abartılı hikâyelerle insanların kendilerine acımalarını temin edip mazlum ve mağdur rolüne büründüler. Ta ki Gazze Filistin Soykırımı’na kadar. Fakat bunu bile çarpıtıp yine kendilerini mazlum ve mağdur göstermeye çalıştılar, çalışıyorlar.  O görsellerden bir tanesi güncel ve dikkat çekiciydi. O görselde HAMAS’ın 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu’nda rehin alınıp Gazze’ye götürülenlerin (yerleşimci diye masum gösterilmeye çalışılan aslında işgalci Yahudilerin) resimleri yer alıyor ve altında “HAMAS tarafından kaçırıldılar” yazıyordu. Yine otobüsümüzle Budapeşte’nin Tuna nehri kıyısında yol alırken rehberimiz nehir kıyısındaki ayakkabılara dikkat çekti ve dedi ki; “Bu ayakkabılar Nazi döneminde Tuna nehrine atılıp öldürülen Yahudilere aittir, onların anısına sergilenmektedir”. Avusturya’nın Hallstatt şehrinde de eski şehir merkezine yakın bir yerde Bratislava’dakine benzer Yahudi Soykırımı (Holokost)’nı anlatan küçük bir açık hava sergisi-müzesi mevcuttu. Prag’da eski şehir merkezinin hemen yanında da Yahudi mahallesi vardı. Burada Avrupa’nın en eski sinagogu varmış. Bütün ünlü Yahudi iş adamlarının da sahibi olduğu giyim markalarının mağazaları bu mahallenin olduğu caddede idi. Yahudi geleneksel-dini kıyafetleri içinde her yaştan erkeği güle oynaya mahalleye doğru yürürken gördüm. Gazze Filistin Soykırımı öncesi bizim full aksesuar sarık şalvar cübbe sakal gezen tarikatçılar gibi gülümseyerek müstehzi şekilde bakarken yahudilere artık sempati ile bak-a-mıyorum, bu şapkalı, kippalı, cübbeli herifleri görmek bile istemiyorum.

Faşist, nasyonal sosyalist, ırkçı Nazi Almanya’sında sadece Yahudiler değil Alman olmayanlar hatta sağlıklı olmayan (ruhsal ya da genetik hastalığı olan) Almanlar dahi toplama kamplarında tutulmuş, yüzbinlercesi yok edilmiştir. Yahudiler bu mezalimi iki yönden çok iyi kullanmışlardır. İlki, Siyonist Yahudilerin bir kısmı Avrupa’daki bu baskıyı Nazilerle iş birliği yaparak Yahudilerin Filistin’e göç ettirilmesi için kullanmışlardır. "Topraksız bir halk, halksız bir toprak" ifadesi, on dokuzuncu asırda Siyonist ideolojiyi inşa edenler ile Avrupalı destekçileri tarafından Yahudilerin Filistin'i "yurt" haline getirmesinin meşruiyet zeminini yaratmak için kullanılmış idi. İlave olarak Avrupalı sömürgecilerin kullandığı argümanı da benimsemişler, Filistin’e medeniyet getirdiklerini, çölü imar etmeye geldiklerini iddia etmişlerdi. Geçenlerde itrail’in dinci faşist siyonist maliye bakanı yüz yılı aşkın bir zaman sonra bile “Filistin Devleti kurulamaz çünkü Filistin halkı diye bir şey yoktur” dedi. Zihniyet aynı zihniyet, nato kafa nato mermer. Gemilere binen-bindirilen Yahudiler (meşhur Struma gemisi gibi) Filistin kıyılarına gelip Filistinlilere “Avrupa’da soykırıma, zulme uğradık, bizi kabul eder misiniz” demiş, onlar da evlerini, sofralarını, yurtlarını açınca da ilk fırsatta Filistinlileri kovup evlerine yurtlarına el koymuş, işgal etmişlerdir. İkincisi de, ikinci dünya savaşı sonrası bütün dünyada hâkim oldukları medya, sinema (Hollywood), akademi ve diğer vasıtalarla Yahudi acılarını istismar etmişler, bir ‘Soykırım Endüstrisi’ (bu tabir Siyonist olmayan Yahudi akademisyen Finkelstein’e aittir) oluşturarak Filistin’in işgalini perdeleyip Filistin’de yaptıkları terör, vahşet ve mezalimi mazur göstererek (aslında vatanlarını savunan Filistinlilere -teröristlere!- karşı) kendilerini savunma hakkı olarak bütün dünyaya lanse edebilmişlerdir. Halbuki herkes bilir ki işgalcinin kendisini savunma hakkı yoktur, 7 Ekim sonrasında da yoktu. Ondokuzuncu yılın sonlarına doğru Filistin’e gelmeye başlayan Siyonistler, 1917’de Osmanlı’nın Birinci Dünya Harbi’nde Filistin’i İngiltere’ye bırakmak zorunda kalmasından sonra İngilizlerin hamiliğinde ve desteğinde dünyanın dört bir yanından akın akın Filistin’e gelmişlerdir. Kurdukları Haganah, Stern ve Lehi gibi terör örgütleri ile yerli halkı terörize edip korkutarak Filistin’i terketmeye zorlamışlar, toprakları dahil her şeylerine el koymaya başlamışlardır. Avrupa’da özellikle Naziler eliyle Yahudilere karşı da işlenen cürümler, demin bahsettiğim gibi onların bir taşla iki kuş vurmasına yol açmış, savaş sonrası bu sefer de ABD hamiliği ve desteğinde Siyonizmin Babası Theodor Herlz’in hayali olan Yahudi Devletini, Filistin’in işgal edilmiş kısmında ilan etmişlerdir. ABD’nin hakimiyetindeki BM eliyle de işgal iyice büyütülüp resmileştirilmiştir. İngiltere ve ABD ile simbiyotik (al gülüm ver gülüm – al emperyalizm ver siyonizm)) bir ilişki kuran Siyonistler, özellikle bu iki emperyal gücün desteği ile bugüne kadar adım adım Filistin’in işgalini sürdürüp derinleştirmişlerdir. Zalim iken mazlum rolü oynamışlar, devamlı her bahaneyle “mağduruz da mağduruz” diyerek şımarık ve küstahça bütün dünyayı kandırıp adi emellerine alet etmişlerdir. Türkü'de dediği gibi "Yılana bak, bak yılana (siyoniste), Mağdurum diye ölür, Yalana bak, bak yalana".

Filistin’in tamamen işgaline ramak kalmış, Doğu Kudüs (Kudüs zaten başkent ilan edilmişti) ve paramparça edilip yeni işgal alanları oluşturulan Batı Şeria her an ilhak edilme ile karşı karşıya idi. Onbeş yılı aşkındır boğucu bir işgal ve kuşatma altında olan Gazze’de, halkın kuvayi milliyesi (islamiyesi) HAMAS huruç (kuşatmayı yarma) harekâtı yaparak 7 Ekim’de bütün oyun ve planları bozuverdi. Devlet görünümlü terör örgütü olan (ki itrail’i ve ordusunu kuran terör örgütlerinin isimlerini az önce saydım), Batı (ABD ve Avrupa)’nın Ortadoğu’daki uzantısı, partneri, hava ve deniz askeri üssü, uçak gemisi, kolordusu, karakolu, eyaleti pozisyonundaki itrail’i tanımaya Türkiye ve Mısır’dan sonra diğer Arap ülkeleri de resmen tanıyıp sıra Saudi Amerika’ya gelecekken 7 Ekim bütün ihanet planlarını bozuverdi. İtrail ordusu, iç ve dış istihbaratı adeta şok oldu, itrail bugüne kadar ki en büyük kaybını verdi, var/yok olma endişesine kapıldı. ABD, İngiltere ve AB alelacele imdadına koşarken, onların siyasi, askeri ve lojistik desteği ile Gazze’de intikam için soykırıma dönüşen katliam, vahşet ve yıkıma başladı. Gazze’ye hava hariç her türlü lojistik (gıda, su, ilaç, yakıt vs) destek kesildi, yüzlerce savaş uçağı ile aylardır 80 bin tonu aşkın bomba atılıp tüm Gazze harabeye döndürülüp tekrar işgal edildi. 50 bine yakın Gazze’li Filistin’li katledildi, 100 bini aşın Filistinli yaralandı, sakat bırakıldı. Hitler dönemi Nazi Almanya’sında yapılmayan vahşet, kötülük ve soykırım Gazze ve tüm Filistin’de uygulandı ve halen de bütün hızıyla sürüyor. İtrail hapishaneleri Filistinlilerle ağzına kadar dolu ve hayatlarını orda işkenceler altında kaybediyorlar. Ve bu durumdan itrail halkının %99’u sorumludur. Bu soykırımın suçunu Neonazi Neohitler Netenyahu ve fanatik dinci, ırkçı, faşist Soykırımcı kabinesine atmak yahudilerin tabiri ile günah keçisi bulmaktır. Bu soykırımdan ve Filistin’in işgalinden birinci derecede yeni sömürgeci ABD ve eski sömürgeci İngiltere, ikinci derecede AB ve Özellikle Almanya sorumludur. Gazze ve Filistin’i cehenneme çeviren, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan, Gazze Siyonist Neonazilerin bir Filistinli Müslüman toplama kampı ve açık hava hapishanesi iken 7 Ekim sonrası bir viraneye, bir kabristana döndüren itrial’in silahlarını ve mühimmatının %70’ini tedarik eden ABD, %29’unu Almanya ve %1’ini de diğer ülkelerdir. İkinci dünya savaşı sonrası Almanya, Yahudilere ve özellikle itrail’e tazminat ödemiş, ödemeye ve her türlü silah ve mali yardıma da devam etmektedir. Rehberimizin dediğine göre o günden beri Almanya’da herkesten itrail için 10 Euro tahsil edilip gönderilmekte imiş. Boşuna Ortadoğu’daki iki demokrasiden! biri olan itrail (biliyorsunuz diğeri de Türkiye, kargalar gülmesin de ne yapsın) refah içinde yaşamıyor, kişi başına milli geliri 60 bin dolar olmuyor.

Konuyu daha fazla uzatmamak için (yeri elbette burası değil ama değinmeden geçemedim zira bir insan bir Müslüman olarak ciğerim yanıyor) son sözler olarak şunları da söyleyip bu bahsi kapatayım. Yahudiler ve özellikle Siyonist olanları bulundukları ülkelerde tıpkı vücuda giren virüsler gibi medyayı ve ekonomiyi bir şekilde ele geçirip kontrol altına alıyorlar. Hem o ülkede lobi faaliyeti ile yönetimde etkili oluyorlar, hem de itrail’e istihbari, mali ve siyasi destek ve koruma sağlıyorlar. Hatta 7 Ekim sonrası hemen itrail dışında Yahudilerin büyük kısmı hemen uçaklara binip itrail’e geldiler, orduya katılıp Gazze’de katliam, yıkım ve soykırıma katkıda bulundular, bulunmaya da devam ediyorlar. Hatta Türkiye’den bile çifte vatandaş olan binlerce yahudi Filistin Gazze’de soykırım yapmak için itrail’e gitmiş, hatta ülkeleri Rus işgali altında bulunan Ukrayna’daki Yahudiler bile itrail’e koşup Gazze’deki soykırıma katılıp bir de yaptıkları cinayet ve vahşetleri sosyal medyadan yayınlama cüretinde bulunmuşlardır. Başta Bratislava olmak üzere gezdiğimiz orta Avrupa ve tüm dünyada bu öteden beri, tarih boyunca böyledir. Bratislava’da “HAMAS tarafından kaçırıldılar” diye propaganda yapan Yahudi diasporası bilmez mi Filistin’de ne halt yediklerini, 7 Ekim sonrası da başta Gazze olmak üzere tüm Filistin’in Filistinliler için cehenneme döndürülüp soykırım uyguladıklarını, bilirler bilirler ama bu adi alçaklar anlatmazlar, susarlar, saklarlar. Sanki HAMAS durup dururken bu operasyona kalkıştı, yerleşimci deyip masum gibi gösterilen siyonist işgalcileri rehin alıp kaçırdı? Fakat gerek Bratislava’daki Yahudi olmayan insanların gerekse tüm Avrupa hatta tüm Dünyadaki insanların çoğunun bu acı ve yakıcı gerçekler neden umurunda olsun ki, Filistin’deki işgal ve soykırım onları neden ilgilendirsin ki? Herkes kendi aleminde, kendi geçim derdinde, şu üç günlük dünya hayatını olabildiğince rahat ve zevkli yaşama derdinde, üstelik gerçekleri öğrenme imkanları o ülkelerde ve dünyada (sosyali dahil) medyayı ve sistemi elinde tutan Yahudilerin kontrolünde iken. Üstüne üstlük büyük çoğunluğu Hıristiyan olan Avrupa bir tarafa (ki Kur’an’ın şehadetiyle Hristiyanlar ve Yahudiler birbirlerinin dostudurlar)  Türkiye’de bile HAMAS’a terörist örgüt, itrail’e de devlet diyen etkili ve yetkili onca zavallı varken, sokaktaki sıradan insanlara fazla bir şey de diyemiyorum. Sadece belki zaman içinde ayıkırlar, uyanırlar inşallah diyorum, ölmeden önce uyanmayanlar için de iyi ki ahiret var, hesap var, cehennem var diyorum.

Bratislava’da gezerken ünlü porselen markalarının satıldığı mağazalardan da gördük. Özellikle el yapımı porselen yemek takımları ve hediyelik eşyalar oldukça pahalı imiş. Dünyanın en iyi porselen markası olarak kabul edilen Herend Porselenleri, 200 yıla yakın bir süredir el yapımı olarak üretiliyormuş ve Macaristan’ın Herend kasabasından dünyaya açılmış. Hazır porselenden söz açılmışken rehberimizin anlattığı bir anıyı da zikredeyim. Yine böyle bir Orta Avrupa Turu’nda bu porselenler de dahil çokca alışveriş yapan bir bayanı kocası bir önceki ziyaret yerinde bırakmış. Daha sonra durum düzeltilmiş ama koca diyesiymiş ki; “Ben onu otobüsün arkasında uyuyor zannettim, o yüzden herkes otobüsteki yerini aldı mı deyince evet dedim. Unutulduğu da iyi oldu zira nakit param kalmadığı gibi kredi kartlarımın limiti de onun alışverişleri yüzünden bitti”. Otobüstekileri bir gülme aldı. On yıldır tur rehberliği yapan rehberimiz daha bu ve buna benzer çokça hatırası olduğunu ve bir gün fırsat bulduğunda yazmak istediğini söyledi. Yanımda getirdiğim ve hekimlik anılarımı yazdığım kitabımdan bir adet ona vermiştim ve ilaveten yazmak istediği vakit yardım edebileceğimi de söyledim. Zira bir tur rehberinin anıları da okuyucu için ilginç olabilirdi.

Öğlen 13.30’da Bratislava’dan hareket edip bir süre sonra Avusturya (Nemçe) sınırına Viyana önlerine avdet eyledik. Atalarımız Sultan 1. Süleyman gibi 1. Viyana Kuşatması’na ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi 2. Viyana Kuşatması’na gerek kalmadan ve onlar gibi topla tüfekle değil, sadece pasaportlarımızı göstererek Viyana’ya girdik. Viyana’ya girdiğimiz tarafta petro kimya tesisleri vardı. Rehberimizin anlatımına göre OPEC’in toplantı merkezi Viyana’da ve petrol gelirlerinin %80’i de Viyana bankalarının kasalarında imiş. Ham petrol Ortadoğu’da olsa da petrol ve doğalgazın kaymağını bir şekilde başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılılar yiyor, kuyu bekçisi konumundaki ülkelerin mütegallibeleri de nemalanıyor ve halklarına da biraz koklatıyorlar. Tıpkı dünyadaki kara paranın ve diktatör yöneticilerinin ve etrafının halklarından çaldıkları gayri meşru servetlerinin İsviçre bankalarında gizli hesaplarda tutulması misali İsviçre de zenginliğini büyük ölçüde bu hırsızlığa, soyguna, sömürüye aracılık yapmaya borçludur. Viyana’yı otobüsle dolaşırken doğrusu Budapeşte kadar hoşuma gitmedi, çok havalı ve cafcaflı desem yeridir.

Fakat saray, opera, üniversite, parlamento binası, tiyatro ve müzeler bölgesi gezisi güzeldi. Viyana’nın millet bahçesi denilen bir yerden geçerken güllerle kaplı olduğunu gördük. İzin alarak kendi adınıza gül dikebiliyormuşsunuz. Viyana’da serbest zamanda etrafı dolaştık. Dolaşırken de birkaç defa sağanak yağmur yağdı, yaz sıcağında serinledik doğrusu. Zira Macaristan’da sıcaklık gündüzleri biraz bunaltmıştı. Daha sonra akşam yemeği için Viyana’nın o meşhur şinitzelini yemek için tarihi (kuruluş 1435) bir lokantaya gittik (wiener küche Lindenkeller restaurant), ne yalan söyleyeyim şinitzel açısından ben Türkiye’dekinden fazla bir fark görmedim, tatlının da fazla bir özelliği yoktu. Kişi başı 25 Euro ödedik. Türkiye’de olsa bu fiyata öyle bir yerde yemek bile Aralık 2021’den sonra (döviz bir anda ikiye katlanmıştı, döviz alıp başını gittiği gibi enflasyon da o günden beri %100’ün üzerinde seyrediyor) mümkün olmaktan çıktı. Günün sonunda sabah öğle ve akşam olmak üzere bir günde üç ülke ve üç başşehir gezmiş olduk.

Sabah kahvaltısının ardından Viyana’da kaldığımız otelden ayrıldık. Viyana’nın dışında Göller Bölgesi’ndeki turumuzda bölgenin kendine has mimarisi ve eşsiz doğasını birleştiren kasabalarından köylerinden geçtik. Ormanlar içinde ilerleyen yollar çok geniş değil ama kaliteli idi. Türkiye’deki ucuz sıcak asfalt değil, pahalı olan soğuk asfalt kullanılıyormuş. Yolların kenarında kilometrelerce bisiklet yolu yapılmış. Bisikletinize binin, doğanın içinde kaybolun gidin. Köyler kasabalar şehirlerden bile güzel. Derken Avusturya’nın en güzel köylerinden biri olan Hallstatt’a ulaştık. Bir dağın yamacında ve gölün kenarında kurulmuş köy bir doğa harikası ve cennetten bir köşe adeta. İklim ve coğrafya Karadeniz’i andırıyor ama ondan daha temiz, bakımlı ve estetik. Zamanında köyün kadınları erkeklerin çoğunun savaşta olmasından ve ölmesinden dolayı dağın yamacındaki tuz madenlerinde çalışmış. Sırtlarında sepetleri ile çıkıp beyaz altın denen kaya tuzunu çıkarıp aşağı iniyorlarmış. Köyün yukarısında şelaleye benzeyen bir su var ve bu su köyün içinden geçip göle ulaşıyor. Köyü bir baştan bir başa dolaştık. Evler, sokaklar güzeldi. Fakat yoğun turist akınından dolayı köyün sakinleri artık yakınıyorlar ve hatta eylem yapıyorlarmış. Bazı yerlerde gürültü yapılmamasına dair uyarılar yer alıyordu. Pek de haksız değiller hani. Köyün içinde dolaşırken ilk defa bir kedi gördüm. Muhtemelen bir evin içinden çıktı, zira sokaklarda sahipsiz köpek olmadığı gibi kedi de yoktu. Bir ara köyün kilisesine girip gezdim, mezarlık ilgimi çekti, tek tek mezarları inceledim, her biri bir kişiye ya da aileye ait mezarlar tek tek süslenmiş, bezenmişti. Hallstatt’ı dünya gözüyle görmüş olmak bana göre bir ayrıcalıktı.

Salzburg’a varışımızı takiben rehberimiz eşliğinde şehirde yürüyüşe çıkıp Mirabell Sarayı’nın barok bahçesinde dolaştık. Saray Medici Sülalesi’nden Prens piskopos Wolf Dietrich Raitenau tarafından 1606’da metresi Salome Alt için yaptırılmış. Prens 1612’de tahttan indirilince Alt ve ailesi saraydan kovulmuştur. 1710’da saray mimar Johann Lukas von Hildebrandt tarafından Barok tarzda yeniden inşa edilmiş. Sarayı takiben Salzach Nehri’inin ikiye böldüğü ve tarihi yapıların olduğu şehir meydanında gezindik. Klasik müziğin büyük ismi Mozart’ın doğduğu şehir olan Salzburg (ki Tuz Kalesi demekmiş)’da onun evi ve bir heykeli olduğu gibi onun adıyla satılan çikolatalar ve hediyelik eşyalar da vardı. Hayatta iken kıymeti bilinmeyen, yoksulluk içinde ölüp kimsesizler mezarlığına defnedilen Mozart’ın değeri de öldükten çok sonra anlaşılmış, başka birçok kişi gibi. Salzburg köprüsüne sevgililer isimlerini yazdıkları asma kilitleri takmışlar. Köprü korkulukları kilitle dolu olup adeta boş yer yoktu. Avrupa Futbol Şampiyonası’nın büyük ekrandan verildiği bir bahçenin kenarındaki lokantada dört peynirli pizza yedik, zira domuz katkısından dolayı et ürünlerine güvenemezdik.

Salzburg’tan sonra yol boyunca Avusturya Alplerini izleyerek yol aldık. Yolumuz üzerinde Hitler’in zaman zaman dinlenmek için tercih ettiği ve “kartal yuvası” denilen yerin bu dağlardan birinin tepesinde yer aldığını öğrendik. Salzburg’tan 25 km uzaklıkta Alplerin hemen karşısında Golling an der Salzach’da Golling pazar meydanında tarihi bir hanın otele dönüştürüldüğü bir binada konakladık. Odamıza yerleştikten sonra etrafı biraz gezdik. Yakındaki bir kilisenin bahçesindeki büyük mezarlığı gezdik. Ormanın hemen kenarındaki bu mezarlık aynı Hallstatt’daki gibi harika idi. Muhtemelen cenazeleri yakıp küllerini ya küçük mezara ya da duvardaki kapalı ve kilitli bölmeye koyuyorlardı. Mezarlığı gezerken hava kararmaya ve yağmur yağmaya başladı, otele doğru koşup kendimizi zar zor odamıza atabildik. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Bu arada Türkiye’de iken şarj sorunu yaşadığım cep telefonumun şarjı bitip kapandıktan sonra bir daha şarj olmadı ve kapandı. Yurt dışında cep telefonsuz bir halde kalakaldım. Resim & video çekme ve iletişim dışında belki de iyi oldu.

Ertesi gün Avusturya’yı terk edip “Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” esprisine istinaden kavgasız silahsız anlaşma yolu ile Slovakya ile yollarını ayıran Çek Cumhuriyeti’ne (Çekya) doğru yola çıktık. Ve Prag’a varmadan önce Vltava nehrinin kıvrımları arasındaki tarihi kentlerden biri olan Cesky Kurumlov’a uğradık. Tarihi kalesi, yapıları, evleri, nehri, sokakları ile büyüleyici bir atmosfere sahip Orta Çağ kentini çok beğendim. Tarihi dokusu, doğası çok iyi korunmuş bu kente tarihi kaleden girdik. Kalenin çıkışında alttaki bir bölmede kaleyi yapan hanedanlığın simgesi olarak yıllardır beslenip korunan bir çift ayı gördük. Sonra nehir üzerindeki köprüyü gezip kentin sokaklarında gezdik. Kentin içini ve etrafını çeviren nehirde küçük teknelerle rafting yapanlar vardı. Tam nehre yaklaşmışken suda iki tane kunduza benzeyen hayvan gördüm zannettim, meğer yanılmışım bunlar dev sıçanlarmış. Ürkmedik desem yalan olur. Türkiye’de başıboş köpekleri ne yapmalı tartışmaları hararetle sürüp gidedursun öteden beri Avrupa’da bir tane bile başıboş sahipsiz köpek göremezsiniz. Fakat bu gezide köpeğe ilaveten kedi de olmadığını hayretle müşahede ettim. Tüm gezi boyunca biri Hallstatt’ta, diğeri de otobüste yol alırken kırsal kesimde bir evin bahçesinde olmak üzere sadece iki adet kedi gördüm, Tabi kedi olmayınca sıçanlar da bu kadar büyük boyutlara ulaşabilmişler. Bir zamanlar (Orta Çağ Avrupası) Papa Hazretlerinin biri (Papa IX. Gregory) kedileri -bilhassa kara kedileri- şeytanla ve Şeytan'la birlik içinde olmakla kınayan Vox in Rama'yı ilan etmesini müteakip kedi katliamı başlamış, kedi nüfusu iyice düşmüş. (7) Allah’ın bu sessiz ve garip mahlûkatına bu zulmü yapanlar zaman içinde bela(veba)larını bulmakta gecikmediler. Küçük bir alanda yaşayan ve kimseciklere zararı olmayan kedilerin olmadığı bir Avrupa’yı bu yönüyle hiç ama hiç beğenmedim, sevmedim. Kedileri seviyorum ve onların evde ya da dışarda insanlarla birlikte özgürce yaşamalarından yanayım. Sokak köpekleri için ise durum kedilerden elbette çok farklı, zira onlar insanlara saldırabilir ve hastalık (kuduz, hidatik kist vb) yayabilirler. Bu konuda da şehir sakinlerine ve belediyelere büyük sorumluluk düşüyor. İnsanlara saldırabilecek büyüklükte köpekler asla sahipsiz ve başıboş olamaz. Hele pitbull, doberman, kurt köpeği gibi vahşi köpeklerin şehirlerde olması asla kabul edilemez. Sahipsiz köpek ol-a-mayacağı gibi köpeğin sorumluluğu da sahibine aittir. Köpeklerle ilgili düzenleme yaparken tıbbi, insani, ahlaki, ananevi ve İslam yönlerini unutmadan önlem almak ve davranmakla yükümlüyüz kanaatindeyim.

Büyüleyici bir tablo gibi olan Cesky Kurumlov’dan ayrıldıktan sonra Prag’a vardık ve panoramik şehir turundan sonra üzerinde birçok heykel ve sanat eseri olan ünlü Charles (Karl) Köprüsü yakınlarında otobüsten inip hemen köprünün öte yakasındaki şehrin tarihi bölümünü gezdik. Meydan’da tarihi saat kulesi, heykeller ve kiliseler vardı. Kilisenin birinin önünde değişik boyanmış taşlar vardı, meğer bunlar farklı bir mezhebe bağlı olduklarıı için günahkar ve sapık sayılan din adamlarının kafalarının kesilmesinin anısına öyle imiş. Meydanın bir ucunda iki ayrı yerde odun ateşinde kebap yapar gibi domuz eti kızartıp satıyorlardı. Tarihi evleri barındıran ve cıvıl cıvıl insan dolu sokaklarda dolaştık. Tam geri dönüyorduk ki, saat başı çan çalınan saat kulesindeki heykel ve figürlerin hareketini izlemek için toplanmış kalabalığı gördük. Durduk ve biz de izledik. Daha sonra üç gece kalacağımız otele gittik ve yerleştik.

Sabah kahvaltı sonrası Karlovy Vary kasabasına hareket ettik. Şehrin büyükelçiliklerin bulunduğu kısmından geçerken Türkiye’nin Prag Büyükelçiliği’nin konutunun önünden geçtik. Prag Büyükelçisi 2019 yılından beri Egemen Bağış imiş. Bu ismi nerden mi hatırlıyoruz. 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında “rüşvet ve nüfuz ticareti" suçlarını işlediği iddiasıyla" hakkında soruşturma açılan dört bakan arasında yer alanlardan biri olup o tarihte Avrupa Bakanlığı görevinden alınmış fakat TBMM’nde Yüce Divan'a gönderilmesine dair önerge reddedilmişti (8). Şahsen o dört bakandan biriyle bir yerde karşılaşmış ve işin aslını faslını öğrenmiştim. (9)

Her neyse bir süre yolculuk ettikten sonra ormanlık bir bölgede çukurumsu ve içinden nehir geçen bir alandaki Karlovy Vary (Kralın Banyosu demek olup eski ismi Karlsbad imiş) termal kasabasına vardık. Otobüsümüz bir noktada park etti. Oradan da yine ring otobüsü ile kasabanın bir ucuna varıp indik. Rehberimiz eşliğinde nehir boyunca yürüdük. Hemen başta Atatürk’ün bir zamanlar (1918) tedavi için bir süre kaldığı bina önünde durduk, duvarda ‘Kemal Atatürk’ tabelası vardı. Atatürk bu termalden (kaplıca) o kadar etkilenmiş ki daha sonra Yalova termal tesisinin kurulmasını istemiş. (10) Yıllar önce Yalova termali gezmiştik. Güzeldi ve Karlovy’i andıran kısımlar vardı ama Karlovy bir harika. Konumu, tarihi evleri, nehri ve diğer yönleriyle farklı bir yer. Karlovy’yi farklı kılan bir yönü de burada uluslararası bir film festivalinin her yıl düzenleniyor olması imiş. Doğrusu bu festivali duymadım ama bu yıl 58.’si düzenleniyormuş ve biz de tam da festival zamanına denk geldik. Festivalin sponsoru BMW’nin lüks araçları etrafta vızır vızır dolaşıyor, bazı noktalarda TV’ler için sokak röportajları yapılıyordu. Kasabanın diğer ucunda film festivalinin yapılacağı bina ve sahne vardı. Sahnenin önünde iki yanda iki çırılçıplak kadın heykeli dünyayı tutuyordu. Avrupa’nın kadın olsun erkek olsun her alanda bu teşhirci tutumundan hep rahatsız oldum. Sanat adına kiliselerine varana dek her yerde her vesileyle insan bedeninin en ince detaylarına varıncaya kadar insanın gözlerinin içine sokacak kadar sergilenmesinin nahoş ve mahremiyete aykırı olduğu kanaatindeyim. Mahremiyetin tükenişi ise bütün insanlık için bir felakettir. Bu durum zamanla sokaktaki insana da yansıyor. Son yıllarda özellikle bayanlarda taytın yaygınlaşmasıyla zirveye vardırılan bu rahatsız edici hal ortada iken, Budapeşte’de Tuna nehri kıyısında gezerken gördüğüm bir şey bana oha dedirtti. Bir kadın üzerine ince bir siyah tül almış, iç çamaşırları ile sokakta arzı endam ediyordu, bunun bir adım sonrası da ancak çıplaklar kampında anadan üryan gezmektir. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra bütün ahlaki kayıtlardan kurtulup “savaşma seviş” sloganı ile cinsel özgürlük rüzgarlarına kapılan Avrupa, eskiye nazaran biraz durulmuşsa da pek düzeleceğe benzemiyor, üstüne üstlük bir de kendisine hayran ve takipçisi konumundaki gençler başta olmak üzere başka toplumları da ifsat ediyor, olumsuz yönde etkiliyor.

Seks shop’ların her yerde yaygın olduğunu biliyordum da (ki artık uzun yıllardır Türkiye’de de mevcut) bu gidişimde “Cannabis shop” adıyla uyuşturucu mamüllerin de artık her köşede mantar gibi bittiğini gözlemledim. Su yerine bira içen, her tür alkollü içkiyi her yerde ve her bahaneyle tüketen bu toplumları anlaşılan alkollü içecekler de kesmemiş olacak ki, güzel! ve dumanlı bir kafa için uyuşturucuya sarılmışlar. Meşhur hedonist (zevkperest, hazcı) felsefeyi benimsediklerini, “İç bade, güzel sev var ise aklı şuurun, dünya var imiş yoğ imiş olmasın umurun” modunda yaşadıklarını biliyordum fakat artık iş uyuşturucuya kadar gelmişse sona da gelinmiş demektir. Hayatımızda aklımızı, irademizi örten o kadar çok uyuşturucu alışkanlık varken bu işin madde bağımlılığına kadar varması ve yaygınlaşması vahim ve trajiktir. Allah boşuna söylemiyor son sözlerinin (ahdinin) yer aldığı Kur’an’da “Kalpler (akıllar, ruhlar, nefs) ancak ve ancak Allah’ın anmakla-zikirle (Allah’a kulak verip teslim olmakla, yaşamakla) huzur bulur, dinginleşir, doyuma-tatmine ulaşıp sükunete erer” diye. (Kur’an, Ra’d suresi, 28 ayet)

Bir zamanlar Prag denilince akla baharı da gelirdi; baskıya, esarete, diktatörlüğe meydan okuyan Prag halkı bu uğurda bedel de ödemiş, kaybetse de “galip sayılır bu yolda mağlup olan” misali özgürlük ve bağımsızlık adına adından söz ettirmişti. (11) Her ne kadar bahar denilse de emperyalistler ve diktatör uşakları tarafından hızla kışa döndürülebilmektedir, tıpkı yakın zamanda Arap baharının da kışa döndürülüp sadece despotların isimlerinin değişmesi dışında fazla bir işe yaramaması gibi.

Prag’da ikinci günümüzde Dresden Turu için yola koyulduk. Dresden, Almanya’nın Saksonya eyaletinin başkenti olup ikinci dünya savaşında ABD ve müttefikleri tarafından üç gün boyunca havadan bombalanmışmış. 7 Ekim 2023’den şu ana kadar Gazze’ye üç gün değil üç yüz gündür Siyonist Soykırımcı itrail tarafından atılan bomba miktarı 81 bin tondan fazla olup bu ikinci dünya savaşında Dresden, Hamburg ve Londra’ya atılan bombalardan daha fazla imiş, hatta yıkım etkisi yönünden Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile kıyaslayanlar bile var. Ve Dresden’in bir şehri olduğu Almanya bu yıkım ve soykırımda itrail denen canavarın silahlarının %30’unu sağlamaktan haya etmedi, utanmadı. Büyük bir yıkıma uğrayan Dresden şehri, erkeklerinin çoğu savaşta öldüğü ve esir olduğu için kadınlar tarafından uğraşıp didinilerek tekrar toparlanmış, ayağa kaldırılmış ve tarihi eserleri yeniden restore edilmiştir. Elbe nehri içinden geçtiği için de “Elbe’nin Floransa’sı” diye de anılıyormuş. Şehrin tarihi kısmı, meydanı ve etrafında yer alan eserleri gezdik, dolaştık. Sonra şehrin içlerine, caddelerine doğru gidip alışveriş merkezlerinden herkes bir şeyler aldı. Zira ürün bol ve Türkiye’ye göre daha ucuzdu diyebilirim. İstanbul lokantası denilen yerde yemeklerimizi yedik, namazımızı kıldık. Kendimi ilk defa dönüşe yakın memleketimde gibi hissettim. Garsona “bana şöyle karışık bir pide yap kardeş” dedim, kaç günden sonra ilk defa çay ve ayran içtim.

Prag gerçekten çok güzel bir şehir. Vltava nehri içinden geçiyor ve şehre ayrı bir güzellik katıyor. Nehir turları da yapılıyor ama biz katılmadık. Nehrin bir tarafında tarihi kalesi varken diğer tarafında tarihi meydanı, büyük kilise, saat kulesi, heykeller ve diğer şeyler yer alıyor. Sokaklarda gezerken bir sürü yerde sıcak sıcak yapılıp içine değişik şeyler konulup satılan bir tatlı türü gördük ve alıp denedik. Biraz ağır bir tatlı ama özellikle dondurma ile güzel gidiyor. Geleneksel bir Slovak böreği olan Trdelnik, toz şeker, fındık veya tarçın tozu ile kaplanarak genellikle sıcak servis ediliyor. Bu nefis lezzet, hamurun bir tahta yardımıyla veya metal çubuğun etrafına sarılarak açık ateş üzerinde kavraması ve kaplaması sağlanarak meydana getiriliyor.

Orta Avrupa Turumuzun ve Prag’daki son günümüzde Prag kalesine çıktık, kaleyi gezdik, kaleden şehri seyrettik, Prag Cumhurbaşkanı’nın kaledeki çalışma ofisini gördük. O sırada askerlerin nöbet devir teslim törenine şahit olduk. Tam olmasa da bizim Dolmabahçe Sarayındaki nöbet devir teslimini andırıyordu. Daha sonra kaleden yürüyerek şehrin tarihi meydanına gidip biraz daha gezip Prag’la vedalaştık. Sonra tur otobüsümüze inip Prag havalimanına vardık. Dönüş işlemleri sırasında son kontrolde bizim x ray cihazından geçmemize izin verilirken muhtemelen eşim baş örtülü olduğu için ayrıca bayan bir görevli tarafından didik didik arandı hatta ayakkabısı çıkarılıp altına bakıldı. Baş örtülü olmayanlara bu uygulama yapılmadı. Aynı çirkin muamele İtalya Roma Havalimanında da yapılmıştı. Batı’da özellikle ırkçıların ve Siyonist Yahudi medyasının yayıp kışkırttığı İslam’ı terörle, şiddetle özdeşleştirme çabalarının sonuçlarından biri de budur. Halbuki ne yaparlarsa yapsınlar müslümanlar terörde, katliamda, soykırımda hristiyan ve yahudilerin eline su bile dökemez. Daha yeni 10 aydır dünyanın gözü önünde tarihin en büyük soykırımlarından biri Gazze Filistin’de yaşanıyor ama Avrupa’nın bazı ülkelerinin -bir kısım halk dışında- bu soykırım umurlarında bile değil, hatta başta Almanya olmak üzere ülkeler destek veriyorlar. Maalesef halkların büyük kısmı da medya marifetiyle nasıl enforme ediliyorlarsa artık, cahilce ve zavallıca dün olduğu gibi bugün de ön yargılı biçimde davranmaya ne yazık ki devam ediyorlar.

Biliyorum biraz uzattım, sabrınızı zorladım, bir iki genel değerlendirme yapıp bitiriyorum. Her ne kadar 7 günde 3 nehrin etrafında kurulmuş beş ülkenin dört başkentini gezmiş olsak da kanaatimce Budapeşte, Viyana ve Prag olmak üzere üç şehir bir hafta süreyle yakındaki gezilip görülecek yerlerle birlikte birer hafta olmak üzere kalınıp gezilebilir. Orta Avrupa Turu’nda birçok şehir ve yer gördük ama bu kadar sürede tur, ister istemez koşturmaca şeklinde oluyor. Doya doya sindirircesine bu üç şehir ayrıntılı olarak gezilebilir ve sokaklarında kaybolunabilir. Bu üç şehir buna değer.

Genel olarak tur acentasından, programından ve özellikle tur rehberimizden memnun kaldık diyebiliriz. Rehberimiz ilgili, bilgili ve hoş sohbet idi. Tur otobüsü şoförümüz olan Macar delikanlı da tur boyunca otobüsü dikkatli ve güzel kullandı. Tur boyunca bir kere o da öndeki araç nedeniyle kaza riski atlattık. Tur sonunda memnuniyetimizi ifade için şoföre herkes kişi başı beş Euro bahşiş verdi.

Turun bize maliyeti hakkında da bir fikir vermek gerekirse; şahsi harcamalar dahil yaklaşık 4550 Euro (154 000 TL); kişi başı ise 1138 Euro (38 500 TL) tuttu.

Gezi sırasında Orta Avrupa’daki ülkeleri, şehirleri, kasabaları, köyleri, nehirleri gezerken sosyal medyamda bir paylaşım yapmıştım. Onu aynen alıntılayarak gezi izlenimlerime nokta koyuyorum.

Ülkesini, vatanını, toprağını sevmek ne demek;

O ülke insanının ülkesini yaşanabilir hale getirmek için imkanlar dahilinde elinden geleni yapması demek,

Sadece evini, arabasını temiz tutmak, güzel kılmak değil ülkenin her karışını temiz tutmak, güzelleştirip yeşillendirmeye çalışmak demek,

Görüntü (çöp gibi) ve ses kirliliğinden (korna gibi) uzak durmak, trafikte yayalara saygı duymak demek,

Ülkenin her yanını o yerin ihtiyaç ve şartlarını da dikkate alarak bir plan program dahilinde geliştirip kalkındırıp zenginleştirmek demek,

İnsanların can, mal ve ırz güvenliği için konulmuş kurallara uymak demek,

Her yerde ve zamanda kendisine ait görevleri en iyi şekilde yapıp sorumlulukları taşımak demek, 

Devamlı herkes ve her şeyden yakınıp durmak yerine yapabileceklerini yapıp sorunların üzerine gitmek demek,

Her konuda sorun, sıkıntı üretmek yerine varsa çözüm odaklı hareket etmek demek,

Başkalarını ve yaptıkları hakkında mazeret üretmek yerine biz ne yapabilirize odaklanmak demek,

Kim ve ne olursa olsun doğruya doğru, yanlışa yanlış demek, mazlumdan yana zalime karşı olmak demek,

Başkalarından önce kendimize çeki düzen vermek demek,

Birbirimize karşı sakin, hoş görülü, hak ve hukukuna karşı saygılı olmak demek…

Ezcümle vatan (ülke, memleket) yalnızca uğrunda ölünecek, kan dökülecek (gerektiğinde yani can, mal ve ırzımız tehlikeye girmişse elbette seve seve canımız feda) bir yer olmadığı, öncelikle ve özellikle ne yapıp edip yaşanmaya, yaşanılmaya değer bir yer haline getirilip huzurlu, mutlu ve gelecekten umutlu bir yer olması gerektiğini bu geziden sonra bir kere daha anladım. Ve bunu yapacak, yapabilecek ve yapmak durumunda olanların öncelikle ve özellikle başkaları değil bu ülkede yaşayan bizlerin olduğunu asla akıldan çıkarmayalım.

NOT: Avusturya Salzburg’da konakladığımız otelde cep telefonum bozulduğu için ondan sonraki gezi ile ilgili fotoğraf ve videoları eşimden aldım. Kendisine teşekkür ediyorum. Orta Avrupa Turu ile ilgili bir videoklip hazırlayıp YouTube’a koydum. Yazıyı okuduktan sonra (ki 12.5 dk) seyredebilirseniz bütünleyici ve güzel olur kanatindeyim. Ayrıca kıymetli eşim Arife Hanımefendi, bu gezi ile ilgili instagram sayfası “maksat_fotograf” sayfasında reel videolar hazırladı. Onlara da göz atmanızı tavsiye ederim.

26.07.2024 / İrfan Yalçınkaya

Kaynaklar:

1.       Hola Buenos Dias (Merhaba Günaydın) / İspanya Turu İzlenim ve Anıları, https://arifkaya06.blogspot.com/2023/06/hola-buenos-dias-merhaba-gunaydn.html

2.       *Mekke’ye Giden Yol, Muhammed Esed (Çev. Cahit Koytak), İnsan Yay., 1984

*Coğrafyanın Dirilişi, Dr. Mehmet Sılay, Denge Yay., 1997

*Yalan Dünyayı Adımlarken, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Beyan Yay., 1998

*Coğrafyalar Gezdi Yüreğim, Sefer Turan, Pınar Yay., 2006

*Rotasız Seyyah, Mehmet Genç, Ephesus Yay., 2016

*Hastasıyım, Ayhan Sicimoğlu, Hürriyet Kitap, 2018

*Benim Gözümle “Coğrafyalar”, Mehmet Azimli, Mana Yay., 2015 (Yeni sipariş verildi, okunacak)

3.       https://tr.wikipedia.org/wiki/Yurtdşına_çıkış_harcı

4.       Estergon Kalesi – Barış Manço, https://www.youtube.com/watch?v=VjB7z9XQ8EM

5.       Osmanlı hakimiyeti Macarlara yaradı, https://www.ekrembugraekinci.com/article/?ID=316&osmanli-h%C3%A2kimiyeti-macarlara-yaradi

6.       Plevne Marşı – Hasan Mutlucan, https://www.youtube.com/watch?v=sQDNE3a58Sc

7.       https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-1387/orta-cagda-kediler/

8.       https://tr.wikipedia.org/wiki/Egemen_Ba%C4%9F%C4%B1%C5%9F

9.       https://arifkaya06.blogspot.com/2023/12/bir-haber-bir-ani-7.html

10.    https://deontoloji.hacettepe.edu.tr/unescobiyoetik/pdf/2019/2%20(1)/2(1)-9%20volkan%20acar.pdf

11.    https://tr.wikipedia.org/wiki/Prag_Bahar%C4%B1

12.    TUNA, VLTAVA VE ELBE NEHİRLERİNİN ETRAFINDA DOLAŞIRKEN (Orta Avrupa İzlenimleri), İrfan Yalçınkaya, https://www.youtube.com/watch?v=GclU3-tfFlY&t=43s






7 yorum:

  1. Hocam elinize gönlünüze ayaklarınıza sağlık güzel yazmışsınız güzel de anlatmışsınız paylaşımın için teşekkür ederim sağlıkla kalın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

      Sil
    2. teşekkürler, yazımı okuyana bir nebzecik birlikte gezmiş olmak duygusu yaşatabildiysem ne mutlu bana

      Sil
  2. Hocam tebrik ederim ayaklarınıza ve yüreğinize sağlık faydalı ve bilgilendirici paylaşım devamını okuyacağım

    YanıtlaSil
  3. Hocam gezdiğiniz gördüğünüz yerler için Size de bilgilendirdiniz kreminize sağlık Yüreğinize sağlık şu an yarısını geçtim Yarın devam edeceğim çok güzel bilgiler yorumlamanız harika Saygılar diliyorum

    YanıtlaSil
  4. Hocam gezi anılarımızın tamamını okudum çok güzel tarihi bilgiler harikaydı En azından tarihi olan eksik bilgilerimizi bu vesileyle bir nebze olsun tamamladık bazı şeyleri gerçekten Bizler de bilmiyorduk kaleminizi sağlık Teşekkür ederim sağ olun

    YanıtlaSil
  5. teşekkürler, yazıyı bir haftada tamamladım, büyük emek verdim ve elimden geleni yaptım, beğenmenize sevindim

    YanıtlaSil